Siyasal Paradigmalar
Av. Doğuşcan Aydın Aygün 1789 Fransız İhtilali sonrası imparatorluklar yerini ulus devletlere, kral/padişah mutlak yönetimi ise yerini parlamenter ulus egemenliğine bırakmıştır. Devamını... Türkiye’nin 1945 Sonrası Çok Partili Demokrasiye Geçişine Neden Olan Unsurlar
Gönderiyi Paylaşın

Av. Doğuşcan Aydın Aygün

1789 Fransız İhtilali sonrası imparatorluklar yerini ulus devletlere, kral/padişah mutlak yönetimi ise yerini parlamenter ulus egemenliğine bırakmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ki Milli Mücadele döneminde dahi parlamento toplanmış, mücadelenin meşruiyetini bölgelerinden seçilen mebus marifeti ile ulustan almıştır. Türkiye 29 Ekim 1923 yılında mecliste kabul edildiği üzere bir Cumhuriyet olup, işgal altında kalan Anadolu topraklarında verilen ulusal mücadele sırasında vatansever mebusların oluşturduğu Büyük Millet Meclisi’nde alınan kararlar ile kurulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk aydınlanmacı ve pozitivist bir lider olarak, parlamentolu laik bir ulus devlet inşası hedeflemiştir. Yani egemenlik ulusa aittir denilmiştir.

Bu, egemenliğin tek ve bölünmez olması, bir bütün olarak ortaya çıktığı ve hiçbir grupla paylaşılmadığı anlamına gelmektedir. İlk olarak 1789 Bildirgesi’ne konmuş (md.3); 1791 Anayasası ise, somut bir biçimde düzenlemiştir: “Egemenlik, bir, bölünmez, devredilmez ve zamanaşımına uğramaz. Ulusa aittir; halkın hiçbir zümresi, hiçbir birey onu kullanamaz”[1].

Parlamenter yönetim biçimine dayalı ulus devlet inşa eden Cumhuriyet devriminin ve pek tabi ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin en önemli siyasal hedefi laik Cumhuriyetin çok partili demokrasiye geçmesidir. Bunun aksini söylemek Sened-i İttifak ile başlayan anayasacılık ve ilk olarak ortaya çıkan padişah mutlak iktidarının sınırlandırılması, Kanun-ı Esasi’nin temelini oluşturan parlamento talebi, modernleşme ve meşrutiyet talepleri ile gelişen Aydınlanmacı ve Pozitivist Türk entelektüelliğini inkâr etmektir.

Cumhuriyetçi Devrimin kökleri Fransız İhtilali sonrası Osmanlı topraklarına atılan Montesquieu ve Rousseau’nun fikirleri üzerine filizlenmiştir. Tek partili dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün de desteği ile çok partili döneme geçiş tecrübeleri yaşamıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası başta olmak üzere yeni partiler kurulmuşsa da farklı nedenler ile uzun soluklu olunamamıştır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Amasya Tamimi imzacısı olan ulusal mücadelenin önemli komutanlarından Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele önderliğinde kurulmuştur[2]. Devrimlerin hızla yapılıyor olmasına muhalif ve din kavramı odaklı bir siyaset gütmüşlerdir. Gelenekçi olmaları ile birlikte parti programlarında partinin meslek-i esasisi olarak “hürriyetperverlik (liberalizm) ve halkın hakimiyeti (demokrasi)” ibaresi yer almaktadır. Şeyh Said isyanı sonrası parti kapatılmış, İzmir Suikastı sonrası kurucuları yargılanmıştır.

Serbest Cumhuriyet Fırkası ise bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile faşizmin yükselişte olduğu 1930’lu yıllarda kurulmuş olup,  98 gün faaliyetini sürdürmüştür. Bunun nedeni CHP karşısında kurulan partinin, devrim karşıtı olduğu düşüncesi ile akın eden gelenekçi/ayrılıkçılardır. SCF lideri Fethi Okyar ulusal mücadele de yer almış ve devrimlere sahip çıkmaktaydı. Buna rağmen kısa sürede partisinin devrim karşıtı, hilafetçi ayrılıkçılar ile dolması sebebiyle partiyi feshetmiştir.

Her iki çok partili demokrasiye geçiş sürecinde de devrim karşıtı, hilafetçi ve bilim karşıtları yeni kurulan partilerde kümelenmiş ve devlet karşıtı faaliyet yürütmüşlerdir. Bu da göstermektedir ki aslında çok partili demokrasiye geçiş süreçlerinde tek parti rejimi yasal muhalefet ile değil devrim düşmanlarına karşı siyasi süreç yönetmiştir. Siyaset biliminde bu dönemi “vesayet partisi rejimi” olarak adlandıranlar mevcuttur. Siyaset teorisi açısından, seçilmiş devlet organlarının seçilmemiş bir takım organların denetimi altında bulunması demektir.

Bu görüşün aksi görüşlerde mevcuttur[3]. Bir kısım ise Türkiye siyasalının gelişmişimi sonucu olarak çok partili demokrasiye geçildiğini düşünmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü sorası İnönü yönetimi, Karabük Demir-Çelik Fabrikası gibi sanayi atılımları yapmış olmasına ve 2. Dünya Savaşı yıllarında ülkemizi işgalden kurtarmış olmasına rağmen, savaşta taraf olup olmama tartışmaları, gelenekçilerin Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hızlı gerçekleşen devrimlere karşı duruşu ve ekonomik buhran gibi durumlar çok partili demokrasiye geçişte ulusun yeni bir bakış açısına ihtiyacı olduğu sonucunu ortaya koydu.

Toprak Reformu ile ilgili Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu müzakereleri sırasında özellikle toprak sahibi olan CHP mebuslarını itirazları ortaya çıkmıştır. Bu süreçte CHP mebusu olan Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan imzasıyla “Dörtlü Takrir” meclis grubuna verilmiştir. CHP Meclis Grubuna verilen önerge “siyasal liberalleşme” zamanının geldiğine işaret eden bir önergeydi[4]. Dönemin yükselen faşist hareketleri, Türkçülük/Turancılık Hareketi, Liberal ve Demokrasi anlayışında farklı yorumlar, Sovyet etkisinde ki sol söylemlerin artışı ve CHP içinde ki muhalefetin yükselmesi çok partili demokrasiye geçişi hızlandırmıştır. CHP içinde ki Jakobenci bir grup devrimin daha tamamlanmadığı ve çok partili demokrasiye geçişi için daha zamanın olduğunu düşünmekteydi. Bütün bu süreç sonucu CHP içinde ki muhalefetin etkin olarak harekete geçişiyle çok partili demokrasiye geçiş olarak adlandırılan Demokrat Parti kuruluşu gerçekleşmiştir. Yani yeni cumhuriyet amacına ulaşmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk CHP 4. Büyük Kurultay’ı açılış konuşmasında “Uçurum kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet (Sürekli alkışlar) ve bunları başarmak için aralıksız devrimler… İşte Türk genel devriminin bir kısa deyimi”[5]

Bu ikinci görüşte CHP’nin siyasal amacına ulaştığını göstermektedir. Akın “ CHP hiçbir zaman otoriter meşruiyet doktrinine sahip olmamış, demokratik meşruiyeti daima ideal olarak sunmuştur”[6] demektedir. Bizce de bu görüş haklıdır.

Çok partili demokrasiye geçişte elbette dış etkenlerde mevcuttur. Dünya da artan faşizm, Sovyet etkisi ve 2. Dünya Savaşı sonrası etkisini saldırgan bir şekilde gösteren liberalizm ülkemizde de etkili olmuştur. Özellikle ‘Milli Şef’ İsmet İnönü’nün 2. Dünya Savaşı’nda son ana kadar ülkemizi tarafsız tutan, işgal edilmemizi ve zaten bir savaştan yeni çıkmış ulusun ait olmadığı bir savaşta yok olmasını engelleyen siyaseti içte karşıtlığı günlendirmiştir. Bu durum aslında dış siyasetten kaynaklanan siyasi uygulamaların iç etkenleri aktifleştirmesidir, dış etkenlerin aktif bir etkisi yoktur (Akın, 2019)[7] Dönemin ruhu çok partili demokrasiye götürmüştür. 2. Dünya Savaşı süresince devam eden Faşizm ve demokrasi fikirleri çerçevesinde siyasi kamplaşma aynı zamanda çok sesliğin oluştuğunu da göstermiştir.

Bu kamplaşmanın bir sonucu olarak Demokrat Parti’nin iktidara geldikten sonra CHP dönemine ilişkin başlattığı soruşturmalar örnek görülebilir. En çok vurguladıkları tahılların uygun olmayan şartlarda ambarlarda tutulup bozulmasıdır ancak aynı dönemde dünyada milyonlarca insan savaştan ölmüş, ülkeler yerle bir edilmiştir. 2. Dünya Savaşı dönemi uygulanan Varlık Vergisi nedeniyle diplomatik müdahaleler olmuşsa çok partili demokrasiye geçişte dış etken olarak değerlendirilemez aksine iç etken olarak sonuç ortaya çıkarmıştır.

Sonuç itibari ile CHP içinde ki bir grubun ve dış ülkelerin çok partili demokrasiye geçişin erken olduğunu düşünmelerine rağmen Cumhuriyet devrimi amacına ulaşmış,  ülke içerisinde gelişen siyasal düşünceler, CHP’nin kendi içerisinde oluşan muhalif fikirler sonucu Türk Ulusu çok partili demokrasiye geçmiştir.

Kaynakça:

[1] İbrahim Ö. Kaboğlu, Anayasa Hukuku Dersleri, s. 187.

[2] Saime Yüceer, “Cumhuriyet Dönemi Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde İlk Girişim:

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”, Türkler, Cilt: 16, Yeni Türkiye Yayını, Ankara 2002, s. 536.

[3] “Savaşın sonu yaklaştıkça, tek partili Milli Şef rejiminin son günlerini yaşadığı anlaşılıyordu. Türkiye’yi savaş dışında tutmayı başaran İnönü, belki de bu başarısından dolayı, müttefiklerinin gözünde, makbul bir kişi sayılmıyordu. Gerçi İsmet Paşa, Almanya ve Japonya ile diplomatik ilişkilerini kesmiş, hatta son anda savaş bile ilan etmişti, ama bu jesti Paşa’nın demokrasi cephesine hizmet aşkıyla yanıp tutuştuğuna müttefikleri inandıramamıştı.” Aybar, İşçi Partisi, s.26

[4] Rıdvan AKIN, Türk Siyasal Tarihi 1908-2000, s. 338.

[5] https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/cumhuriyet-halk-partisi-dorduncu-buyuk-kurultayini-acarken

[6] Rıdvan AKIN, Türk Siyasal Tarihi 1908-2000, s. 332.

[7] Türk demokratikleşmesine dış etken parametresinin ne ölçüde katkıda bulunduğu tartışmasına gelince, konjonktürün “değişiklikler için elverişli ortam yaratma” dışında derin bir etkisinin olmadığı söylenebilir. ABD Başkanı Truman’ın 1946’da Senatoda verdiği söylevde “Harp tehlikesinin henüz zail olmadığı bir sırada, Türkiye’nin iç idaresini harp politikasına göre yürütmesi gerekirken, çok partili hayata girişmesini, zamansız bir icraat şeklinde vasıflandırıyoruz.” İfadesinden, Birleşik Devletlerin Türk Hükümetini siyasal rejimini gözden geçirmeye zorlamadığı sonucunu çıkarabiliriz. Akın, Türk Siyasal Tarihi 1908-2000, s.334.

Şimdiye kadar Yorum yok.

Aşağıda Yorum bırakmak için ilk siz olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir