Siyasal Paradigmalar
Prof. Dr. Ahmet ÖZER Bu arada Osmanlı nasıl bir düzen içindedir? 1402 yılında Şeyhülislamlığını reddettiği Timur Ankara önlerine gelir. Yıldırım Beyazıt bütün hızıyla onu karşılar Bedreddin’in Yolu – 2
Gönderiyi Paylaşın

Prof. Dr. Ahmet Özer
Toros Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi

 

BEDREDDİN’İN YOLU-II

 

 4. OSMANLI VE İSYAN

Geceydi/bakışlarını koydular al deyip

Yüreği yeni baştan yarmak için/salladı kılıcın Al-Osman

Aydın eli, Karaburun, Serez, Ayasluğ

Dizilip geldi yarınlar ardarda Bedreddinli

 

Bu arada Osmanlı nasıl bir düzen içindedir? 1402 yılında Şeyhülislamlığını reddettiği Timur Ankara önlerine gelir. Yıldırım Beyazıt bütün hızıyla onu karşılar. Ne ki Timur’un filler ordusu komutanı Esen Boğa[1], sisin içinde arkadan dolanarak Bend Deresinde Yıldırım’ı arkadan çevreleyip baskılar. İki ordu arasında sıkışıp kalan Yıldırım savaşı kaybeder, Timur’un eline esir düşer. Bunun üzerine çocukları taht kavgasına tutuşurlar. Tarihe “Fetret Devri” diye geçen taht kavgası kardeşler arasında kıyasıya sürer gider.

Kısa bir süre padişahlık yapan Süleyman Çelebi’den (ki ona da düzmece kuyruğu takılıyor) sonra Musa Çelebi (onu yenerek) başa geçer. İlime saygı duyan ve Bedreddin’i eskiden beri iyi tanıyan Musa Çelebi başa geçtikten sonra onu Kazaskeri[2] yapar. Kazasker olan Bedreddin adalet, eşitlik yolunda bir düzen kurmaya çalışır, tımar sistemini yeniden gözden geçirerek topraksız köylülere toprak dağıtır. Bunlar olup biterken Musa Çelebi’nin diğer kardeşi Mehmet Çelebi kardeşiyle tutuştuğu taht kavgasında onu yenerek saltanatı ele geçirir. Musa’yı yay kirişi ile boğdurur. Çünkü Selçukludan kalan bir köhne gelenekle “Egemen/soylu biri öldürülebilirdi ama kanı o toprağa değmemeli” idi. Kardeş kardeşi iktidar uğruna fetvaya dayalı öldürüyordu ama kanı toprağa değdirmiyordu, işini kansız görüyordu. Tabi Mehmet Çelebi abisini “hal” ettikten sonra ilk iş olarak da Bedreddin’i İznik’e sürgüne yollar.

Baskı had safhadadır. Köylü yoksulluktan veremediği vergi yükü altında inim inim inlemektedir. İsyan için gerekli koşullar var, ama ateşi yakacak biri lazımdır. Börklüce ve Torlak Kemal bu işi üstlenir. İzmir, Manisa ve Aydın’da isyan başladığında Bedreddin İznik’te sürgündedir. Kardeşini öldüren Sultan ise rahatlamış olarak sarayında keyfü sefadadır.

“Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi

Duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,

gümüş ibriklerde şarap

bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi”

Nazım, Musa Çelebi Saray’ının “Safahatını” böyle dillendirdikten sonra halkın çektiği “Sefaleti” de şöyle destanlaştırır:

Çelebi hünkâr idi amma

Al Osman ülkesinde esen bir kısırlık çığlığı,

bir ölüm türküsü rüzgar idi.

Köylünün göz nuru zeamet

alın teri tımar idi.

Kırık testiler susuz

su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.

Yolcu, yollarda topraksız insanın

ve insansız toprağın feryadını duyar idi.

Börklüce Aydın Karaburun’dan, Torlak Kemal Saruhan’dan (bugünkü Manisa’dan) bu minval üzere yola çıkarlar. Onları Bedreddin yollamış ve yola çıkarmıştır. İsyan harlanır, gittikçe yayılarak genişler. Bedreddin, Börklüce Mustafa’nın ve Torlak Kemal’in kıyamını duyunca Kastamonu’ya kaçar, oradan İsfendiyar Beyinin yardımıyla Kalenderîlerin Balkanlardaki en önemli yurtluğu olan Sarı Saltuk Zaviye’sine ulaşmak için Dobruca’ya gider. Dobruca’dan Deliorman bölgesine geçer. Burada örgütlenmeyi ve mücadeleyi sürdürür. Burada, daha önce (Osmanlı’nın kazaskeri iken) tımar dağıtıp adaleti ile dikkatlerini çektiği Müslümanları, Hıristiyan topluluklarını; tımar sahiplerini, abdalları ve Kalenderîleri toplamaya çalışır. Bu arada Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal öncülüğündeki ezilenlerin, köylülerin isyanı iyice büyümüştür. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal üstlerine gönderilen orduları birkaç kez yenerler. “Ortaklık ve kendi kendini yönetme biçimiyle birçok yerleşim biriminde bir bakıma özerklikler kurarlar. (Eliaçık, Yage.)” En son üzerlerine gönderilen İzmir sancak beyi Aleksandır’ı, Saruhan Sancak Beyi Ali Bey’i de yenerler.

Mehmet Çelebi, durumun vahametini anladığında, 12 yaşındaki oğlu Murat’ın refakatinde kan içici olarak anılan Beyazıt Paşa’nın komutasında yüz bin askerlik bir orduyu üstlerine yollar. Nazım şöyle havara durur: “Mübalağa cenk olundu / On bin mülhit yoldaşı Börklüce Mustafa’nın/ düşman ormanına on bin balta gibi daldı/…boşanan yağmur içinde gün inerken akşama/on binler iki bin kaldı.”

Kan içici Beyazıt Paşa emriyle bütün Aydın eli, Manisa torlakları kılıçtan geçirilip ateşe verildi. Niçin? Nazım’dan dinleyelim nedenini? “Hep bir ağızdan türkü söyleyip/hep beraber sulardan çekmek ağı, /demiri oya gibi işleyip hep beraber, /hep beraber sürebilmek toprağı,/ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,/yârin yanağından gayrı her şeyde/her yerde beraber diyebilmek  için/ on binler verdi sekiz binini…” Evet, yok edilmek istenen saltanatın sömürü ve baskı düzenine karşı duran bu arayıştı.

            Sonunda Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal ele geçirilir. On bin kişilik isyan ordusunun sekiz bini kılıçtan geçirilip iki bin kişinin ise kelleleri Börklüce’nin gözleri önünde vurulur. Ayaklanma liderleri türlü işkencelerle teşhir edilerek öldürür, ölülerini dolaştırırlar. Sıra Börklüce’dedir. Börklüce bir devenin sırtında çarmıha geçirilip günlerce türlü işkencelerle teşhir edilir. Ondan pişmanlık belirtmesi, fikirlerinden vazgeçmesi, sultandan özür dileyerek nedamet getirmesi istenir. O ise, cevap olarak cellatlarının yüzüne tükürür. Ne ettilerse, işkenceler Börklüce’yi yıldırmadı, inancından geri adım attırmadı. Aynı şeyi Torlak Kemal’e de yaptılar. Sonunda ikisinin de başını kesip saraya yolladılar. Bunu duyan erleri “İriş Dede Sultan iriş” naralarıyla isyana devam etti. Ancak, Roma’dan esinle binlerce Börklüce ve Torlak yoldaşını çarmıha gerdiler, çivilediler, sonra da diri diri yaktılar.

Kethüdası Börklüce ile savaşçısı Torlak Kemal’in öldürülme haberi, kesilmiş kellelerinin bir sandukanın içinde gönderilmesi Bedreddin’i derinden sarstı, etkiledi. Bunun üzerine “Ben nerede yanlış yaptım” diyerek tefekküre düşer. “Ben hep söyledim, eylemedim” diyerek eylemi, kıyamını büyütür.

Çünkü eylem adamları, yazmaktan çok yapmak üzerine bir yaşam kurmuşlardır. Onun yaptıklarını peygamberlerin yaptıklarıyla kıyaslıyabiliriz. Ne ki, peygamberler eylemlerini öbür dünya için kurmuşlarken Bedreddin, eylemini yaşanan gerçek dünya üzerine kurmuştur. Asena’ya göre Bedreddin, herkesin ortak sofradan yiyeceği bir dünya düşlemişti. (Asena, s.6-13). Böyle bir dünyada yârin yanağından başka her şey ortak olacaktı. Kardeşçesine bölüşülen bir dünya… Ancak özel mülkiyetin egemen olduğu bir düzende kardeşlerin ortak olduğu tek şey ana karnıdır. O da istenmeden edinilmiş bir ortaklık[3].

Bedreddin onca saygınlığına ve etkinliğine rağmen bir maddi güç peşinde koşmamıştır. O dönemin modası herhangi bir tarikatın sahibi olsaydı, o da düzenin çıkarlarına kapılır, istediği olanakları elde ederdi. Bedreddin, böyle yapmamış, halkını eyleme geçirerek, haksızlığı düzeltmesini sağlamaya çalışmıştır.

Ne ki sarayın hile ve desiseleriyle ve asimetrik gücüyle baş edememiştir. Mehmet Çelebi’nin tımar sahiplerini yanına çekmek için onlara tekrar tımarlarını geri vereceği vaatleri Bedreddin’in örgütlemesini zora sokar ve etrafındakiler hızla dağılır. Sadece yakın müritleri ve dervişleri kalır etrafında. Sarayın derviş kılığına sokup gönderdiği ajanlarca ihbar edilir. Osmanlıda oyun bitmez. Sonunda Osmanlı ve Beyazıt Paşa çeşitli hilelerle Bedreddin’i derdest edip, Serez’e getirirler.

Rivayet odur ki ilk karşılaştıklarında padişah Bedreddin’e sorar: “Neden benzin sararmış?” Bedreddin yanıtlar, “Güneş de batarken sarıdır.” (Taş, 2016.120)

 

5.SEREZ’DEKİ DARAĞACI

Tutup gözlerinden güneşi attılar bir kuyuya tepe taklak

İdamlık oldu bütün gölgeler

Kanar hala o gün bu gündür/Kanlı kaftanı Bedreddin’in.

Bedreddin’i Serez[4] çarşısında bir bakırcı dükkânının karşısında, aşağılamak için çırılçıplak asarlar. Serez yargılaması aynı zamanda bir isyancının baş eğmeyen duruşuna tanıklık eder. Sonunda yok etmek istediği düzen tarafından asılarak yok edilen bir önderin ağıdına dönüşür. Tarihin derinliklerinden Nazım seslenir;

Yağmur çiseliyordu

            Serez’in esnaf çarşısında

            Bir bakırcı dükkânının karşısında

           Ve Şeyh’imin çıplak bedeni bir ağaçta sallanıyordu.

            Serez’in esnafı kör, Serez’in esnafı sağır…

            Yağmur çiseliyor, /korkarak/yavaş sesle/bir ihanet konuşması gibi.

            Yağmur çiseliyor. /Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.

            Ve yağmurda ıslanan/ yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.

Görüldüğü üzere burada anlatılan âlem oldukça durağan ve sakattır. “Yağmur bir ihanet konuşması gibi yavaş, şeyh çıplak, ağaç dalı yapraksız, Serez Çarşısı dilsiz ve kördür” (Çelik, Yage., 49) Şeyhin çıplak bedeni o gün teşhir için indirilmedi ağaçtan. Ve gün batıyordu. Güneş küskündü. Batıyordu ama aynı zamanda iz bırakarak gidiyordu; kendi kavlince, ışıklarından aldığı ısıyla karanlıkları ve bataklıkları aydınlatarak…

Bedreddin’in bedeni bir gece ipte kaldı. Sonra müritleri gizlice alıp gittiler. İdam edildiği sokağa yakın bir yere kurdular türbesini. 1924 mübadelesiyle Serez’i terk eden Bedreddiniler, onun kemiklerini de birlikte getirdiler. Uzun serüvenlerden sonra, 1961’de, ironik bir biçimde, İstanbul Çemberlitaş’ta, onu asanların torunu, Sultan Mahmut’un Türbesi haziresine gömüldü. (Taş, adge, 120)

 

6.ANLATIM BİÇİM(ler)İ

Bedreddin’in görüşleri ve eserleri egemenler tarafından yazılmasına ve yasaklanmasına rağmen çağları delmiş, dalga, dalga yayılmış, haksızlığa karşı isyanların esin kaynağı olmuştur. Bu kaynak akmış günümüze kadar gelmiştir. Ancak bu esnada herkes onu kendine göre yazmış ve yorumlamıştır. Tarih denilen şey, maalesef çoğu kez yapan ele değil yazan ele göre şekilleniyor ve biliniyor.

Bedreddin konusunda da üç tarih yazımı ve yaklaşımı söz konusudur diyebiliriz. Bunlardan biri saray görevlisi torunu Halil Bin İsmail’in, dedesini Saray karşısında sanki “Temize çıkarma” çabasıyla yazdığı menkıbenamedir. İsmail’in, Osmanlı Sarayında çalışan oğlu Halil tarafından kaleme alınan “Şeyh Bedreddin Menkıbenamesi” bir “İadeyi itibar” sağlama çabası gibidir. O nedenle gerçeği yansıtmaz. Çünkü bu menkıbede tarihi gerçeği yazmak yerine, dedesini suçsuz göstermek için onu Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’den ayırmaya çalışır. Osmanlı sarayında çalıştığından olsa gerek, Osmanlı resmi bakışına göre davranmaya çalışır Halil. Bu nedenle Börklüce Mustafa’nın Karaburun’dan Aydın’a uzanan isyanında, toplumsal örgütlenmesinde Şeyhin alakasının olmadığını göstermeye çalışır. Bu gerçeği yansıtmaz. Yansıtmaz, çünkü bu kıyam ya da isyan baştan sona Bedreddin’in fikirlerine hatta yönlendirmesine dayanır.

İkinci kaynak ise devletin, sarayın tarihçilerinin resmî ideolojik çizgisidir. Çelebi Mehmet, İbni Arabşah, Aşıkpaşazade ve II. Beyazıt’ın Heşt Behişt’i yazdırdığı İdris-i Bitlisi, Nesri, Oruç Bey gibi vakanüvisler ya da tezkireciler, tarih yazıcılarıdır[5]. Bunlar Şeyh Bedreddin’i devlete başkaldırdığı gibi miri rejimi[6] ortadan kaldırıp toprakları baldırı çıplaklara dağıttığı için suçlarlar, hatta köylülerin kendi bölgelerini ortak bir şekilde yönetimini sağladığı için devlet nezdinde zinhar suçludur, derler.[7] Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi padişaha isyan etmenin Allah’a isyan etmek olduğunu iddia ederler. Bedreddin’i, Hıristiyan ve Yahudileri şeriata göre davranıp, kâfir sayıp, aşağılamak yerine, onlara saygı duyduğu, eşit insan saydığı için zındık ilan ederler.

Üçüncü arayış ise bilimsel olanıdır. Gerçeğin balçıkla sıvanamayacağını gösterenlerdir. Cenevizli Dukas’ın Börklüce Mustafa’yı anlattığı gibi. Ki Nazım bu anlatıdan etkilenerek Bursa Hapishanede Şeyh Bedreddin Destanını yazmıştır.

Kim ne derse desin Bedreddin İsyanı, insanlığın isyan, kıyam ve devrim tarihindeki yerini çoktan almıştır. Onun üstünü örtmeye kimsenin gücü yetmemiştir. Durduğu yerde parlamaya devam ediyor. Artık güneşin balçıkla sıvanamayacağı bir çağdayız çünkü.

               7.ETKİLENDİĞİ KAYNAK(LAR)

Bedreddin’in en çok etkilendiği üç şahsiyet, 1) Hallacı Mansur geleneğinin temsilcisi Hüseyin Ahlati, 2) İslam tasavvufçusu İbn-i Arabi, İbn-i Haldun ve 3) Hurufiliğin kurucusu Fazlullah’dır. Bunların harmanında bir çeşit tasavvuf geliştirir. Hüseyin Ahlati Şeyhidir. Şeyhi Ekber (Büyük Şeyh) Muhittin Arabiye bağlı olduğu bilinmektedir. Sık sık Arabi’nın ünlü eseri Füsusü’l Hikem’den söz etmesi, Şeyh-i Ekberi saygıyla anması tasavvufa aşina olduğunu kanıtlar.

Şafii eğilimli bir hukuk adamı olarak Bedreddin, hukuk bakımından ise Fıkh-ı Ekber (Büyük Hukukçu) Ebu Hanife’ye bağlıdır. O her zaman tarafsız yargının gerçek savunucusu olmuştur. Hukuksal sonuç aleyhine de olsa, yargının adalete uymasını ister. Yargıcın bağımsızlığı adaletin tecellisi için çok önemlidir.

Bedreddin yargıcın kimsenin etkisinde kalmadan yargıda bulunmasını önerir. Nitekim, Musa Çelebi’nin yenilgisinden ve ortadan kaldırılmasından sonra siyasal iktidara yönelik bir halk hareketine yönelmesi yeni ve adil bir devlet özleminden de doğmuş olabilir ((Timuroğlu, 2016;142-48).

Tasavvuf, sırrı bir duyuş, düşünüş ve inanç sistemidir. Buna göre insan, Allah’tan kopan bir nur ve kudret parçasıdır ki, geçici bir zaman için bedenlenmiştir. Allah’tan gelen insan gene Allah’a dönecektir. Bunun için bazı aşamalardan geçmesi gerekir insanın, “Arif” ve “İnsanı Kâmil” olması için. Böyle olmak içinse nefsine uymamak ve dünya nimetlerinden vazgeçmek gerekir. (Çelik, 2013,16) Nefsini yok edip dünyevi zevklerden vaz geçmek “Ölmeden önce ölmek” demektir[8]. Bu devam ettikçe cüzzi iradeden külli iradeye, yani Allah’a ulaşır tasavvuf ehli, Allah’ta kaybolur, (“Fenafillah”). Son merhalede ise Allah’la birleşir bir olur (Vahdet-i Vücut”).

Ehli tasavvuftan da sayılan Ahlati ve Fazlullah, aynı zamanda Rum diyarındaki üç büyük derviş topluluğu olan Mevlevi, Bektaşi, Bayrami tarikatlarının ortaya çıkmasına yol açmış fikirlerin babasıdır. Ayrıca bunlarla da ilişkili olan Bâtınilik[9], Hurufilik, Kalenderîlik, Begomillik (Allah dostu) ve Sufilikten de etkilenmiştir Bedreddin ve tabi Anadoludaki Babai isyanından da. Şeyhi Ahlati onu Rumeli’nin Hallacı olarak ilan etmiştir.

Hurufilerden Begomillere, Orta Anadolu’daki ahilerden Ortadoğu’daki Karmatilere, Avrupa’da Katarlara kadar ve daha pek çok halkın gerçeği Bedreddin hareketi için kaynak ve model anlamına gelmektedir. (Tümüklü, 2017, 96)

Şunu bilmekte yarar var; medrese eğitimi o dönem din adamı yetiştiriyordu. En başta da belirttiğimiz üzere din egemen sınıfların elinde sömürüyü meşru kılmanın bir amacına dönüşürken, ezilenler onu egemen sınıflara karşı adalet ve eşitlik talebinin bir dayanağı olarak görüyorlardı ya da birileri onlara böyle göstermek istiyordu. Nitekim Firavunlar, İmparatorlar, krallar, padişahlar, sultanlar hep dine dayanarak saltanat sürmüştür. Firavun ben yeryüzündeki tanrıyım diyordu, ondan sonra gelen Roma imparatoru ben tanrının oğluyum diyordu, ondan bir müddet sonra İngiliz ve Cermen kralları biz tanrının yeryüzündeki gölgesiyiz diyorlardı, Osmanlı padişahları ise biz tanrının temsilcileri ve peygamberin halifeleriyiz diyorlardı kendileri için. Görüldüğü gibi, krallar, sultanlar, hanlar yaptıkları her işi ve işlemi tanrıya dayandırıyor, onun adına bunu yaptıklarını iddia ederek insanları dizginliyor, yola getiriyor, sürüleştiriyor ve yönetiyordu. Hatta onları kendilerine toprak kazanmak için çağırdıkları savaşlara (ister Müslüman Akıncı ister Hristiyan Haçlı olsun) ölürseniz şehit, kalırsanız gazi olacaksınız, o yüzden gelin savaşın diyor ve onlara bu dünyada ganimet öbür dünyada cennet sözü ile yönlendiriyorlardı. Bu uzun zaman böyle sürdü gitti[10]. Sadece savaşa çağırmayı, zulme baş eğdirme işini dinle yapmıyorlardı egemenler, sömürülerini de dinle meşrulaştırıyorlardı.

Osmanlıdaki bu nevi isyanların neredeyse tümü Osmanlı yoksullarının isyanıdır. Halkın anonim biçimde ürettiği şu sözler Osmanlının bu durumunu gözler önüne seriyor: Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı.

Bedreddin Hareketi, Osmanlı’nın sömürgen tavrına karşı, dinler arası eşitliği savunan senkretik (bağdaştırmacı) ve o zamanın “sınıfsal” ayrıcalıklarına karşı sosyo-ekonomik yönüyle ortakçı (komünal) bir çıkıştır. Bu nedenle bu hareketin devamcıları kimi yerde Kızılbaş, kimi yerde Begomilli ya da Bedreddini diye ortaya çıktılar, anıldılar. Ne olursa olsun Bedreddin hareketinin ana omurgasını oluşturan iki özelliği vardır: Bunlardan biri ortakçılıktır, diğeri de insanlar, dinler/inançlar arasında eşitliği savunmaktır.

 

8.ETKİLEDİĞİ HAREKETLER

            Kendinden sonra birçok düşüncenin ve hareketin esin kaynağı olmuştur Bedreddin’in yolu ve hareketi. En çok etkilediği hareket kendi ardıllarıdır. Daha ziyade Trakya ve Rumeli’de örgütlenen müridleri ve ardılları kendilerini Bedreddini olarak tanımlamış, Bedreddin’in ölmediğini ileri sürerek, bir çeşit onun eylemini ve söylemini hem canlı tutmak hem de kendinden sonraki kuşaklara taşımak istemişlerdir. (Hz. Ali, Hallaç, Nesimi ve Pir Sultan örneklerinde olduğu gibi) Bedreddin’in Ege, Rumeli ve Trakya’da taban bulması sebepsiz de değildi.

Anadolu belli dönemlerde istilaya uğradığında, istilacıların önünden kaçanlar hep bu bölgelere sığınmıştır. Örneğin, Pers istilasından kaçanlar Kilikya Bölgesine, Roma istilasından kaçanlar Toroslara, Moğol istilasından kaçanlar binlerce yıllık deneyimleriyle iç-el’lere, Timur istilasından kaçanlar Rumeli’ye sığınmışlardır. Bunlar hep mehdi gibi bir kurtarıcı beklemiştir. Bir ışık gördüklerinde de etrafına toplanmış ve ayaklanmışlardır. Bedreddin de bu manada bu bölgedeki halkların ışığı olmuştur. (Timuroğlu, age.; 143) Bunun dışında, yoksul köylüler, horlanan ve dışlanan alt gruplar, Müslüman olmayan halklar da kendileri için Bedreddin’i bir çeşit sığınak olarak görmüştür. Onun gibi eyleme yeltenecek gücü kendinde bulmayan bu kesimler, ölümünden sonra felsefesini gizliden de olsa yaymış ve yaşatmaya çalışmıştır.

Başta Torlaklar, Aleviler, Kalenderiler, Yahudiler, Ermeniler, Hürrem’iler, Haydariler, Sufiler, Hristiyanlar, Müslüman ve gayrimüslimler olmak üzere Ege’de, Orta Anadolu’da, Trakya ve Balkanlar’da yaşayan, ezilen kitleler aradıkları kurtarıcıyı Bedreddin’de ve onun kethüdası Börklüce[11] Mustafa’da ve isyanın diğer lideri Torlak Kemal’de bulduklarına inanmışlardır ve bu inançlarını sürdürmüşlerdir. Bunlar komünal tarihsel mirasa dayanan eşitlik, özel mülkiyeti reddeden ortaklaşmacı bir yaşam, kadının özgürlüğü ve kendi kendini yönetmeye dayanan bir felsefeye sahiptiler. (Tümüklü, 2017, 135) Bedreddin’in o felsefeyi en iyi açıklayan şu sözlerine yeniden kulak verelim: “Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havası, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği olmasın?”    Ekmeksizler aynı zamanda bu dönemde ana üretim aracı olan topraktan yoksun topraksızlardı.

Osmanlı Sarayı, toprağın Allah’ın mülkü olduğunu, onun adına padişahın bu toprakları yönettiğini ileri sürerek, bütün mülke el koymuştu. Bedreddin hareketi aynı zamanda tüm toprakları elinde bulunduran Sultan’a karşı yapılmıştı. Ondan sonra da köylünün toprağa hasreti hiç bitmemiş gittikçe daha da artmıştır.

Bu yönüyle baktığımızda, Bedreddin’in eyleminin, aynı zamanda, toprağın özel mülkiyetini ortadan kaldırmayı vadetmiş, köylülüğe dayanan bir eylem olduğunu görürüz. Çünkü “Soylular”, kendi egemenliklerini korumak için daha çok kentlerde yaşayan tefecilerle, tüccarlarla, ahilerle iş birliği yapıyordu. Saray bunlarla anlaştığı için Bedreddin’e yalnız kırsal alan kalmıştı. Onun kırsal kesimin beklentilerine göre bir eylem ortaya koymasından daha doğal bir durum olamazdı. İşte, Bedreddin hareketinin tarihsel değeri, Anadolu köylüsünün devrimci bir özü sakladığını gösteren tarihsel bir gerçeklik olduğudur.

Bedreddin’den sonra da topraksızların toprak mücadelesi hep devam etmiştir. Özellikle 1858’de Arazi Kanunnamesiyle başlayan özel toprak mülkiyeti, küçük toprak sahiplerini topraksızlaştırırken büyük toprak sahipleriyle iç içe olan tefecileri zenginleştirmiştir. Toprakların tek elde toplanması olanağı doğmuştur. 1926’da çıkarılan Medeni Kanun da bu olanağı iyice genişletmiştir. (Timuroğlu, age.; 178,135). Toprak Ağalığı devlet eliyle desteklenip güçlendirilirken yoksul ve topraksız köylü ezilmeye devam etmiştir. Hal böyle olunca bir yandan da bu uğurda çeşitli mücadeleler verilmiştir. Toprağın adil dağılımına dayalı devrimci hareketler, Bedreddin’in devrimci özünü ortaya çıkarmak istediği topraksız köylülere dayanmaya çalışmıştır. Bedreddin Hareketi, onlar için hem bir esin hem de motivasyon kaynağı olmuştur.

Bedreddin’in etkilediği diğer bir grup da Anadolu Alevileridir. Bedreddin, Sünni bir aileden geldiği halde, dinler ve inançlar arasında bir ayırım yapmamış, herkese ve her kesime eşit davranmıştır. Özellikle de ezilenden yana tavrı, tarihsel süreçte gadre uğrayan mazlum Alevi kitleleri nezdinde onu yüceltmiştir. Söylemi ve eylemi kendinden sonra da Alevi olsun ya da olmasın ezilen kitlelere ilham vermiş, anılmasına yol açmıştır. Bu manada etkilediği en önemli üç hareket; Şahkulu İsyanı, Bozoklu Celal İsyanı ve Kalender Çelebi İsyanlarıdır.

Bugün de Alevi camiası cemlerinde, toplantılarında, gülbenglerinde ve söylemlerinde Bedreddin’i anmaya devam etmekte, onu Alevi inanç önderleri arasında saymaktadırlar.

 

9. BEDREDDİN VE DİNİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ DİNAMİĞİ

 

Bir akşam vaktiydi

Üç kaynar kazan

Üçünü de vurdular

Yaklaşan olmadı ateşe bizden önce

Ama biz ateşin içindeyiz

Dur hele dur

Bakarsın kabarır toprak

her şey yeniden kurulur

            Bir söylem (inanç) ve eylem (ibadet) alanı olarak din, insanlık tarihinde esasen bir “sacayağı” üzerine oturmuş olarak çıkar karşımıza: Anlam, ahlâk ve vicdan… Din en başta insanın varoluşsal bakımdan anlam krizini çözmeye dönük bir reçete. Sonra, onun “İyilik-doğruluk-güzellik” üzere olmasını sağlamaya yönelik bir reçete. Ve en nihayet kişioğlunun kötülükleriyle, yanlışlıklarıyla, çirkinlikleriyle yüzleşmesi, iç hesaplaşmaya gitmesi, “Öz-yargı” gerçekleştirmesi yolunda bir reçetedir.

            Bugün din yazık ki daha çok idealde böyle ne anlamın ne ahlâkın, ne vicdanın esamisinin okunmadığı bir dünya çekişmesi içinde. Kapanın elinde kalan bir araca; iktidar kapılarını açan bir anahtara, kendinden olmayanı (“Öteki” addedileni) yok sayma ve yok etme yolunda bahane arayanlar için bir ideolojik aygıta dönüştürülmüş durumda.

Ancak bu da demek değildir ki din, politik-ideolojik yönden insanlık tarihinde sadece egemenlerin, muktedirlerin ve “Mütegallibenin kitleler üzerindeki ezici hâkimiyetinin destekçisi bir söylem ve eylem manzumesi olmuştur sadece. Ezilenlerin “Gayrı yeter, bıçak kemiğe dayandı” dediği noktada isyanların ateşleyicisi, itici gücü bir “enerji kaynağı” da olmuştur zaman zaman. Nitekim dini genelde bir afyon olarak telakki ettiği algısıyla bilinen Marksizm’de bile onun değiştirici ve dönüştürücü yönü vurgulanmıştır. İyice bakılırsa Marksist düşünce çığırı içerisinde dinin bu yönü üzerine düşünme ve tartışmanın ihmal edilmediği fark edilir. Marx daha ziyade dinin egemenler açısından iktidarı meşrulaştırma ve kitleleri uyuşturma işlevi (sömürü ve sınıf çelişkilerini gizlemesi) üzerinde dururken Engels,” Köylüler Savaşı” adlı kitabında dinin ezilenler açısından isyana teşvik eden “ideolojik” işlevleri üzerinde durmuştur. Tarihe baktığımızda bunu açıkça görüyoruz.

            16’ncı yüzyıl başının Alman Köylü İsyanları böyleydi. 15’inci yüzyıl başının Şeyh Bedreddin İsyanı böyledir. 13’üncü yüzyılın Babaîler İsyanı da böyleydi.

 

10. SONUÇ

Bedreddin Osmanlı yönetici sınıfına dâhil bir aileye mensupken, değişen, bu değişimi sayesinde düşünceyle davranışlarını birleştiren büyük bir düşünür ve eylem adamıdır. O bir müntehi, bir sofi, bir din âlimiydi aynı zamanda.

Okudukça aydınlanmış, aydınlandıkça değişim geçirmiş, eski libaslarını ve düşüncelerini çıkarıp attıktan sonra başka birine dönüşmüştür. Adeta yeniden doğmuştur. Ancak yeniden doğduktan sonra, etrafına baktığında karanlık bir dünya görmüştü. Sömürgenlikle, baskıyla, kula kullukla ve zulümle karartılmış bir dünya. O bu dünyayı aydınlatmak için kendini yaktı.. Yangını etrafını aydınlattı. Bu ışık aradan beş yüz yıl geçmesine rağmen aydınlatmaya devam ediyor halâ. Ondan korkanlar onca çabaya rağmen bu ışığı söndüremedi.

Düşüncesinden ve eyleminden ürkenler, harladığı isyanın liderlerini türlü işkencelerle çarmıha germiş, sekiz bin takipçisini öldürmüş, iki bin kişinin de kafasını kesmek suretiyle yok edip bu topraklardan silmek istemişlerse de bunu başaramamışlardır. Onu aksakalıyla çırılçıplak Serez çarşısında asanlar ne onun izlerini ne de düşüncelerini yok edebilmişlerdir. Bedreddin, o çağlardan bugüne halâ parlayıp duruyor. Derinlerden ışımaya ve aydınlık saçmaya devam ederek.

 

KAYNAKLAR:

Asena, Orhan. Toplu Oyunlar (İçinde: Simavnalı Şeyh Bedreddin), İstanbul 2010.

Bedreddin, Şeyh M. Varidat,(Yayına Haz. Mehmet Kanar), Tekin Yayınevi, İstanbul 2015

Cemal, Köprüzade Ahmet. Dergâh Mecmuası, Cilt II.

Çelik, Mehmet. Tarihten Edebiyata Şeyh Bedreddin, Nokta Kitap, İstanbul 2013.

Eliaçık, İhsan. Şeyh Bedreddin. Tekin Yayınevi, İstanbul 2016.

Fiş, Radi. Ben de Halimce Bedredinem, İstanbul 2002.

Halil, Hafız. Şeyh Bedreddin Menakıpnamesi, (Çev. Mehmet Kanar), Tekin Yayınevi, İstanbul    2015.

Hikmet, Nazım. Şeyh Bedreddin Destanı, Tel Yayınları, İst.

Taş, Tevfik. Şeyh Bedreddin, “Yarın Yanağından Gayrı”, Atlas Dergisi, Sayı 276. Yıl 2016,

ss.102-121.

Ocak, Ahmet Yaşar. Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler, İstanbul 1998.

Sepetçioğlu, Mustafa Necati. Darağacı, İstanbul 2004.

Timuroğlu, Vecihi. İnançları Uğruna Öldürülenler, Berfin Yayınları, İstanbul 2016

Toy, Erol. Azap Ortakları, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2011

Tümüklü, Şahin (Der:) Yolculuk, Felsefe, İsyan. Şeyh Bedreddin. Ceylan Yayınevi, İst. 2017.

Yalatkaya. M. Ş. Simavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin (Haz) Hamit Er, İstanbul 1993.

Yalatkaya. M. Ş. “Simavne Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin”, (İbni Arabşah’tan naklen), İstanbul        1994.

Yetkin, Çetin. Etnik ve Toplumsal Yönleriyle Türk halk hareketleri ve Devrimler, May     Yayınları 1974.

Vahidi, Abul Hasan Ali bın Ahmet. Eshabü’n Nüzül, 1935 Mısır.

Zehebi, Şemsüd’n Muhammed bın Ahmet. Tarihü’l İslamü’l Kebir, 1942 Kahire.

[1] Şimdi Ankara’da bulunan Esenboğa Hava Alanı ismi buradan geliyor.

[2] Kazasker, yüksek bir hukuk rütbesidir o devirde, bütün kadılar ona bağlıdır. Kadı o dönem her türlü yetki ve salahiyete sahiptir ve her türlü işe, sulha bakar, sükûnu sağlar. Bedreddin bu kesimin üstüdür, kadıların başıdır. Bu pozisyon bugünkü Yargıtay Başsavcısı mertebesine denk düşer.

[3] Nitekim Osmanlı’da, “kardeş katli helaldir” fetvası verilmiştir, iktidar için. Padişahlar çocuk yaşlı demeden, oğul kardeş demeden iktidar için bir gecede birçok insanın kanına girmiştir. Güç uğruna ve mal mülk uğruna, para pul uğruna aynı batından ikiz doğanlar bile vuruşmuştur.

[4] Serez: Şimdi Yunanistan’ın (Makedonya) sınırları içinde kalan bir kasabadır.

[5] Bunlara, bu konuda kalem oynatan, Ahmet Mithat Efendi, Mizancı Murad, Halil İnalcık, Nurullah Ataç, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Ateş, Cemil Yener, Mehmet Zeki ve Hilmi Ziya Ülken gibi isimleri de dâhil edebiliriz.

[6] Miri Toprak Sistemi, İslam kültüründen ve Roma’dan etkilenerek geliyordu. Bu sistemde özel mülkiyet yok, çünkü mülk Allah’ındır (lehu’l mülk). (Eliaçık, 2017, 80) Ne ki Osmanlı hükümdarı, ya da Roma Hâkimi Allah adına kendisinin bu topraklarda tasarruf ettiğini ileri sürüyordu. Böylece Allah’ın mülkü, padişahın mülkü haline geliyordu.

[7] Erol Toy, “Azap Ortakları” adlı romanında bu isyandan yola çıkarak, isyancıların bugün Aydın iline bağlı Ortaklar ilçesini nasıl oluşturduklarının ve birlikte nasıl yönettiklerinin hikâyesini anlatır. Aynı şekilde Radi Fiş de “Ben de Halimce Bedreddinem” adlı çalışmasında onun bu yanı üzerinde durur.

[8] 9.yüzyılda yaşamış iki ünlü tasavvuf adamı olan İbrahim Edhem ile Belhli Şakik arasında geçen şu konuşma tasavvufçuların bu konudaki düşüncelerini belirtir. Şakik soruyor: “Yaşam ilginiz nedir?” İbrahim, “Bulunca şükrederiz, bulmayınca sabrederiz” diyor. Şakik, “Onu bizim Horasan’ın köpekleri de yapar” diye söyleniyor, “Bulmayınca şükretmeli, bulunca dağıtmalı” diyor. (Timuroğlu, 2016;141). Bulmayınca şükretmek, aslında, bir bakıma, egemen güçlerin geliştirdikleri ve geniş halk kitlelerine aşılamaya çalıştıkları bir düşünce yordamı değil midir, aynı zamanda? Bedreddin’in, “İnsanlar birbirine tapıyorlar, ya da paralara, altınlara, yiyeceklere, üne, şana. Bilmedikleri için de yüce Tanrıya taptıklarını sanıyorlar” söylemi de bunu çağrıştırır. (Yetkin, c.I,s.135)

[9] Batini: Başta Kur’an olmak üzere dış (zahiri) anlamdan ziyade, görünenin altında saklı, asıl görünemeyen (batını) anlamın makbul olduğuna inanan bir yaklaşım ve yaşam biçimi.

[10] Bugün de aynı şey sürüyor. O gün, (büyük) toprak(lar) için, din üzerinden insanları savaşlara sürükleyenler, bugün hammadde ve pazar için etnik kimlikler üzerinden bunu yapıyorlar. Üstelik din ve tarım imparatorlukları çok geride kaldığı halde, hala din ve inanç üzerinden bu sömürü sürüyor. Ör. Bacağını kaybeden sakat bir asker “Bacağımı kendisinden başka kimseyi düşünmeyen zalim yöneticiler ve siyasetçilere inanacak kadar aptal olduğum için kaybettim” diye itiraf edeceğine “Ulusun bekası için kendimi feda ettim” diyerek kendini telkin etmeyi tercih eder. Ona pompalanan budur çünkü. Istıraba anlam verdiği için bir fanteziyle yaşamak gerçeklikten çok daha kolaydır.

[11] Börklüce, başına börk takan, sırtına börk giyen demek

Şimdiye kadar Yorum yok.

Aşağıda Yorum bırakmak için ilk siz olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir