Siyasal Paradigmalar
Prof. Dr. Onur Bilge Kula Ortaçağ Anadolu Aydınlanmasının büyük önderi, Türkçe edebiyatın ve şiirin güneşi, yaşadığı çağın karanlıkları içinde "bütün çağların aydınlığını" bulgulayan Yunus Emre'nin... Anadolu’da / Türkiye’de Çoğulculuk ve Tolerans – Yunus Emre
Gönderiyi Paylaşın

Yazı Dizisi – 5. Bölüm

Anadolu’da/Türkiye’de Çoğulculuk ve Tolerans
Mevlana
Prof. Dr. Onur Bilge Kula

 

Anadolu’da/Türkiye’de Çoğulculuk ve Tolerans

Yunus Emre, çoğulculuk ve tolerans simgesidir

Ortaçağ Anadolu Aydınlanmasının büyük önderi, Türkçe edebiyatın ve şiirin güneşi, yaşadığı çağın karanlıkları içinde “bütün çağların aydınlığını” bulgulayan Yunus Emre’nin 1238- 1320 yılları arasında yaşadığı sanılmaktadır. Bütün çağların aydınlanmacısı Yunus Emre’nin Anadolu kültür ve düşünce birikiminin yanı sıra, Arap, İran ve Helen düşünce ve sanat birikimini edindiği ileri sürülmektedir. Yunus Emre’nin ‘varlık birliği’ öğretisini, çoğulculuk ve tolerans ülküsüyle boyutlandırdığı ise, bir öne-sürüm değil, şiirlerinde ve diğer yazılı yapıtlarında somutlaşan bir gerçektir.

Söyler dilim, ağlar gözüm, gariplere göyünür özüm

Yunus Emre, hakikate ve evrensel değerlere ulaşmak ve bunları edimselleştirmek amacıyla, Anadolu tasavvuf düşüncesini de yansıtan “şeriat- tarikat- marifet- hakikat” kavramlarından oluşan ve karşılıklı bir belirlenim ilişkisi içinde olan anlayışı, en yalın ve en kapsayıcı içerik ve biçimle yetkinleştirmiştir. Bu düşünsel yetkinlik ve derin insancıl duyarlılıkla “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” ve “Söyler dilim, ağlar gözüm/ Gariplere göyünür özüm” diyen Yunus Emre Anadolulaşmış, Anadolu yunuslaşmıştır.[1] Yunus Emre de Hacı Bektaş Veli ve diğer Anadolu aydınlanmacıları gibi, hep insandan yola çıkmış ve insana, insanlığa, insancılığa ulaşmak istemiştir. Özmen’in yukarıda anılan kitabında yer alan şu dörtlük bu arayış ve yetkinleşme uğraşını anlatır: “Çok aradım, özledim/ Yeri göğü gözledim/ Çok aradım, bulamadım/ Buldum insan içinde.”

Yunus Emre’yi evrenselleştiren çoğulculuk ve tolerans bilincidir

Yunus Emre’nin yaşadığı dünya, Anadolu ile sınırlıdır; ancak düşünce dünyası tüm insanlığın dünyasını kapsayacak ölçüde geniştir, aşkındır, insancıldır; bu nedenle de evrenseldir. Bütün zamanları kapsayan bu aydınlanmacının düşüncesinde, içkinlik-aşkınlık diyalektiği belirleyicidir. Şu dizeler, bu iç-içeliği anlatır: “Dünya benim rızkımdır/ Halkı benim halkımdır.” Ya da “Biz kimseye kin tutmayız/ Kamu âlem birdi bize.” Bu dizeler, Yunus Emre’yi tüm insanlığı kapsayacak denli genişletmekte ve böylece aşkınlaştırmaktadır.

“Halkı gerçek sevenlere/ Cümle âlem kardaş gelir” dizeleriyle insancılık ve çoğulculuk anlayışını dışa vuran Yunus Emre, insan ile insan görünümlü insanlık dışı varlıkları ayırır: “Bu dünya dopdolu kalleş/ Her birinden bir taş gelir.” Böyle diyerek, adeta Pir Sultan Abdal’a da öncülük eder. O, haktan, hakikatten yana olan, bu değerlerin yerleşmesi için uğraşanlar ile bütünleşmek, öğretisini ve davasını ortaklaştırmak ister. “Haktan yana kullar ile/ Çağırayım Mevla’m seni” dizeleriyle, kiminle yol arkadaşlığı etme istediğini anlatır.

Hakikat, arayanın, aradığı her şeyi bulduğu aşamadır

Yunus Emre hakikat kavramıyla düşünsel irdeleşmenin somut örneğidir.  Bu düşünsel irdeleşme, ‘dört kapı’ eğretilemesine temel oluşturan “şeriat- tarikat- marifet- hakikat” kavramlarını açımlayan şu şiirinde görülürleşir.

“İlk kapı şeriattır/ Emri nehyi bildirir/ Yuya günahlarını/ Bir Kuran hecesi./

İkincisi tarikat/ Kulluğa bel bağlaya/ Yola doğru varanı/ Yargılaya hocası./

Üçüncüsü marifet/ Canın gözünü açar/ Bu mana sarayının/ Arşa değer yücesi./

Dördüncüsü hakikat/ Eren her şeyi bula/ Bayram ola gündüzü/ Kadir ola gecesi.”

Bu şeriat güç olur, tarikat yokuş olur/ marifet sarplık durur, hakıykattir yücesi…”

Dört kapıdır, kırk makam, yüz altmış menzili var/ Ona erene açılır vilayet (ermişlik) kapısı”[2] (Özmen 1998, s. 181).

Düşünsel derinliği belirgin olan bu şiir, 13.yüzyılın ikinci, 14. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da geliştirilen hem düşünsel içerikleri, hem de bunları anlatma biçimini göstermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu önemli şiir, ‘varlık birliği’ anlayışının temel kavramlarını, aşamalarını, bunların iç bağıntılarını ve diyalektiğini serimlemektedir. İsmail Özmen’in açımlamasıyla, hakikate ulaşmaya ya da yaklaşmaya uğraşan derviş, ‘dört kapı’dan geçer; bu dört kapının her birinin içinde on kapı bulunur. ‘Dört kapı’dan birincisi ‘şeriat’tır. Bu aşmada hakikati arayan hocanın, yol göstericinin dediğine uyar; “ezber bilgiler edinir, anlamadan öğrenir.” Dört kapı’dan ikincisi, ateşli ve coşkulu bir kapı olan ‘tarikat’ kapısıdır. Derviş bu aşamada “inandığı bir insanı seçip”, onu izleyerek, sevgi ve merakla kişiliğini geliştirmeye uğraşır. Üçüncüsü, ‘marifet’ kapısıdır; burada derviş “gerçek” bilimi tadar; özünü ve dünyayı anlamaya başlar ve burada bulduğu anahtarla dördüncü ve son kapı olan ‘hakikat’ kapısını açar.

Bu konumda hakikati arayan kişi ya da derviş, “varlıkla, yaratılış, yaratan ve doğa” ile bütünleşir. Bir başka anlatımla, tekil insan her türlü varlığı kapsayan tümel Tanrı’nın nitelikleriyle donandığı ölçüde, hakikate yaklaşarak, bu tümel varlıkta ya da anlayışta yok olur. Böylece, tekil, tümelleşir; tümel tikelleşir. Bu dört kapının her birinin on olmak üzere, toplam kırk makamı, diyesi, durağı vardır. Bu duraklar ya da konumlar, bir birini izleyen aşamaları ve yükümlülükleri anlatır (Özmen 1998, s. 87).

Bu açıklamalardan da görüleceği üzere, ‘dört kapı’; düşünme, aklını geliştirme ve düşünsel bakımdan yetkinleşme aşamalarıdır. Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’de ‘varlık birliği’ öğretisine ilişkin bilgi birikimini de yansıtan ‘dört kapı’ ya da dört aşama eğretilemesi, aslında insanın düşünme etkenliğini, hakikati, özellikle de tanrısal hakikati arayış sürecini serimler. Bu anlayış, 18. yüzyılın sonunda Kant’ın tanımlamasıyla, insanın erginsizlikten kurtulma ve özünü aydınlatma uğraşıyla karşılaştırılabilir. Anadolu tasavvuf düşüncesini de yansıtan bu ‘dört kapı’ eğretilemesi, Kant’ın insanın “kendi yol açtığı erginsizlikten”, diyesi, her türlü bağımlılıktan kurtularak, özgür ve özerk bireye dönüşmesi, bir başka deyişle, özünü aydınlatması düşüncesinin öncüsü, hazırlayıcısı sayılabilir[3] (Kula 2018, s. 107- 120). Bu bakımdan bilgi ve Aydınlanma felsefesinin önemli bir parçası olarak görülmelidir.

Hak-hakikat her yerdedir; onu görecek göz gerekir

‘Varlık birliği’ öğretisini, bu öğretiyi edinme uğraşına girmek isteyenlerin geçmek zorunda olduğu kapıları ya da düşünsel aşamaları, yetkin bir biçim ve biçem ile anlatan Yunus Emre en derin felsefi düşüncelerin şiirle anlatılabileceğini kanıtlamıştır.

Yunus Emre, hakikatin temel öğesi olan ‘doğruluk’ kavramını şu dörtlük ile öne çıkarır: “Sözü doğru desene/ Hak söyle dedi çalap/ Bugün yalan söyleyen/ Yarın utanasıdır.” Yunus Emre, yukarıdaki şiir ve onu izleyen dörtlükte ‘hakikat’ kavramını, aşamalandırmakla birlikte, Hakk’ın sözü, tanrısal söz olarak kavrar ve anlatır.

‘Varlık birliği’ öğretisi, Yunus Emre için “hakikat güneşinin” doğduğu kaynaktır. Bu öğretiyi yaşam ilkesi durumuna getiren bu büyük bilge, yol eri ile yolsuzu birbirinden ayırmayı öğütler: “Durmuş marifet söyler/ Erene Yunus Emre’m/ Yol eriyle yoldadır/ Yolsuza yoldaş değil.” Şu dizelerde hak ve hakikati görmek için, içtenlikli ve dürüstçe uğraşmak gerektiğini şöyle anlatır: “Cümle yerde Hak hazır/ Göz gerekir göresi.” Bu iki dize, Kant’ın ‘Aydınlanma, insanın kendi yol açtığı erginsizlikten kurtulması, çıkması demektir’ tanımıyla benzerlik taşımıyor mu?

‘Ben Hakk’ım diyorum’; çünkü yakılmayı göze aldım

Yunus Emre üstlendiği ve geliştirmeye çalıştığı düşünce geleneğini ve yaşam anlayışını şu dörtlüklerde de dile getirir:

“Mansur idim ol zamanda/ Onun için geldim bunda/ Külümü göğe savurup/ Ben enel Hak (Tanrı) oldum ahi.

Nitekim ben beni buldum/ Bu oldu kim Hakk’ı gördüm/ Korkum onu buluncaydı/ Korkudan kurtuldum ahi.” ‘Tanrı oldum’ sözünü, Mevlana’da insan ve hakikat kavramıyla ilgili bölümde belirginleştirmeye çalıştım. Varlık birliği öğretisini oluşturan düşünsel öğeler, şu dizlerde de anlamını bulur:

“Şeriat, tarikat yoldur varana/ Hakikat meyvası andan içeri.” (Özmen 1998, s. 102- 106).

Yunus Emre, bu öğretinin insanın özünü bilme, bir başka deyişle, insanlığını bulgulama uğraşı olduğunu ve bu bilme uğraşının bitimsiz bir süreç olduğunun ayrımındadır: “İlim ilim bilmektir/ İlim kendini bilmektir” dizleri, bilimin hem insanın özünü bilme, hem de bilimsel birikimi edinme uğraşı oluğunu anlatır. Aynı şiirde yer alan “Okumaktan murat ne/ Kişi Hakk’ı bilmektir” dizleri uyarınca, okuyan salt bilimsel birikimi edinmek için okumaz. Okumanın, bir başka deyişle, eğitim-öğretim görme ve bilimi edinme uğraşı, Tanrı’yı ve onun sözü olan hakikati bilme ve dile getirme sürecidir.

Yetmiş iki millet kurban ol!

Yunus Emre “Şeriat oğlanları nice yol ede bize/ Hakıykat deryasında bahrı oldum yüzerim” dizeleriyle, hem bağnazların kendisine yol gösteremeyeceğini, hem de ‘varlık birliği’ anlayışında ilerlediğini anlatır. Hakikat denizinde yüzmek, hakikati arayışın bitimsiz bir süreç olduğunu, insanın saltık hakikate ulaşamayacağını, ancak ona yaklaşabileceğini imler. Yunus Emre, hakikat arayışını “Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen” diyerek, çoğulculuk ve insancılık ilkesiyle ilişkilendirir. Aynı şiirin izleyen dizesinde “Sen Hakk’a âşık isen, Hak sana kapı açar” sözleriyle, hakikati, ancak onu arayanların bulabileceğini dile getirir.

Hakikati söyleyen niçin yakılır?

Hakikat arayanların başına gelenler, Yunus’un bilmediği şey değildir; “Çün Mansur gördü, ol benim dedi/ Oda yaktılar işittin anı”; bir başka deyişle, Mansur, hakikati gördü,  ‘Ben Tanrı’yım dedi, onu ateşe verip yaktılar. Bu önemli belirleme, Aydınlanma ile karşıt Aydınlanma arasındaki gerilimli ilişkiyi dile getirir.   “Zinhar ey Yunus gördüm demegi/ Oda yakarlar, gördüm diyeni” dizelerinde dediği gibi, ‘varlık birliği’ anlayışını oluşturanların başında gelen Mansur, hakikate ulaşıp, ‘Ben, Tanrı’yım’ dediği için, yakılmış ve külleri havaya savrulmuştur. Mansur’u yakan bağnazlık sürmektedir. Dolayısıyla bu bağnazlık, onun söylediğini söyleyenleri de yakabilir.

Bu yüzden, Yunus uyarır: sakın ‘hakikati gördüm’ deme; gördüm diyeni ateşe verip yakarlar.    Hakikat, gönül ile dil birliği, bir başka deyişle, iç ile dış ya da öz ile görünüş birliği gerektirir. Yunus Emre “Dilim marifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez” ve “Dışım derviş, içim boş, dilim tatlı, sözüm hoş” dizeleri, öz ile görünüş uyuşmadığı takdirde, ‘dört kapı’ ya da aşamayı kapsayan hakikate yaklaşmanın söz konusu olamayacağını anlatır.

Kaynakça:

[1] Yunus Emre felsefesinin ayrıntıları için: Onur Bilge Kula: ‘Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans’; İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011

[2] İsmail Özmen (1998): ‘Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi I’, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara

[3] Onur Bilge Kula (2018): ‘Doğu’dan Batı’ya Aydınlanma’; Tekin Yayınevi, İstanbul

Şimdiye kadar Yorum yok.

Aşağıda Yorum bırakmak için ilk siz olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir