Siyasal Paradigmalar
Yunus Emre COVID-19 Pandemisi çok kısa bir zamanda tüm dünyaya yayıldı, milyonlarca kişinin enfekte olmasına ve şu ana kadar yaklaşık 1 milyon 150 bin kişinin... Covid-19 İle Birlikte Derinleşen Toplumsal Eşitsizlikler Hk.
Gönderiyi Paylaşın

Yunus Emre
27. Dönem Milletvekili
Dışişleri Komisyonu Üyesi
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türk Grubu Üyesi

COVID-19 Pandemisi çok kısa bir zamanda tüm dünyaya yayıldı, milyonlarca kişinin enfekte olmasına ve şu ana kadar yaklaşık 1 milyon 150 bin kişinin ölümüne sebep oldu. Beklenmedik bir şekilde tüm dünyaya hızla yayılan bu salgının ekonomik ve toplumsal açıdan çok önemli sonuçları da oldu. Bu sonuçların başında da ekonomik ve toplumsal eşitsizliğin artması gelmektedir.

Dünyanın bu eşitsizliklerle nasıl mücadele edeceğine ilişkin henüz bir uzlaşma yok. Fakat pandeminin etki kapasitesinde ve pandemiyle mücadelede ülkelerin pandemi öncesindeki toplumsal ve ekonomik eşitsizlik düzeyleri en önemli değişken olarak ön plana çıkıyor. Birçok araştırmada ortaya konulduğu gibi; ülkelerin sağlık sistemi kapasitesi, ekonomik gelişme düzeyi, bilimsel çalışmaların kalitesi, halkın hükümetlere güveni, bireyler arasındaki güven ve bireysel özgürlüklerin kullanımı gibi bir dizi değişken de salgının etki yoğunluğunu belirleyen diğer etmenler arasında.

Görünen o ki, bu salgın kolay kolay bitmeyeceği gibi salgının sonuçlarının etkisi tüm dünyada yıllarca hissedilecek. Ancak Covid-19; ulus ve sınır ayrımı yapmazken, etkilerinin hissedileceği sosyo-ekonomik kesimler arasında bir ayrımın olduğu ve olacağı açıktır. Toplumların en savunmasız kesimlerinin hem sağlık açısından hem de ekonomik açıdan bu virüsün ulusal ve küresel etkilerine daha fazla maruz kalacağı ortada. Dolayısıyla da uzun yıllardır tartışılan toplumsal eşitsizlikler, pandemi sürecinde ve pandemi sonrasında toplumun dezavantajlı gruplarının gündelik hayatlarındaki yıkıcı etkisiyle daha da derinleşiyor.

Covid-19 salgınının küresel ölçekte yarattığı ekonomik ve toplumsal tahribata dair son verilere bakacak olursak; Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na (UNDP) göre; eğitim, sağlık ve yaşam standartlarına dair bütüncül yaklaşıma sahip insani gelişme endeksi 1990 yılından beri ilk kez bu sene düşüşe geçti ve bu düşüş hemen hemen her bölgeyi etkileyecek. Dünya Bankası’na göre, salgın sebebiyle bu yıl 71 milyon insan yoksulluğa itilirken, küresel yoksulluk oranının yüzde 8,9 seviyesine yükselmesi bekleniyor. Hemen hemen tüm çalışmaların ortaklaştığı noktaysa salgın nedeniyle istihdamın küresel olarak ciddi oranda azalmasının yanı sıra var olan eşitsizliklerin daha da belirginleşeceği, gelir adaletsizliği ve yoksulluğun da buna paralel biçimde artacağıdır. İstihdam oranlarında yaşanacak söz konusu sert düşüşlere ilişkin olarak Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), çalışanların yarısının virüs sebebiyle işlerini kaybedeceklerini ve virüsün küresel ekonomide yaklaşık 10 trilyon dolarlık bir kayba neden olacağını tahmin ediyor. Dünya Gıda Programı (WFP) ise gerekli önlemlerin alınmaması durumunda 265 milyon insanın açlık krizi ile karşı karşıya kalacağını belirtiyor.

Uygarlık tarihi boyunca savaş ve afet gibi olağanüstü koşullar toplumlardaki eşitsizliklerin daha da derinleşmesine ve bu eşitsizliğin yıkıcı sonuçlar doğurmasına yol açmıştır. Ne yazık ki küresel bir afet olan Covid-19 pandemisi de bu eşitsizliği yoksullar aleyhine perçinlemekte, toplumlardaki zayıflık ve kırılganlıkları daha da görünür kılmaktadır.

Araştırmalara göre her ülkenin salgına yanıt verme potansiyeli birbirinden farklı olsa da toplumsal ve ekonomik eşitsizliğin yüksek olduğu ülkelerde toplumun daha savunmasız kesimleri en çok zararı görüyor. Gençler, kadınlar, kayıt dışı ekonomi çarkı içerisinde istihdam edilenler, engelliler, mülteciler ve yerlerinden edilmiş olanlar pandeminin yıkıcı hasarına daha fazla açık olan bu savunmasız kesimleri ifade ediyorlar.

UNDP Yöneticisi Achim Steiner, pandeminin tüm dünyadaki yıkıcı etkilerine ilişkin olarak şunları söylüyor: Bu salgın bir sağlık krizi. Ancak tek başına bir sağlık krizi değil. Salgın, dünyanın geniş alanları için çok derin yaralar bırakacaktır. Uluslararası toplumun desteği olmazsa son yirmi yılda elde edilen kazanımların büyük ölçüde tersine dönme riski ile karşı karşıyayız ve tüm bir nesil hayatlarını olmasa da haklarını, şanslarını ve haysiyetlerini kaybediyor.”

Steiner’in bir neslin uçurumun kenarında olduğuna ilişkin bu acı uyarısının altındaysa vahim bir eşitsizlik tablosu yatıyor;

  • Dünya nüfusunun yarısından fazlası temel sağlık hizmetlerinden yoksun,
  • Yaklaşık 100 milyon insan sağlık hizmetlerini karşılayamaması nedeniyle aşırı yoksulluğa itildi,
  • Gelişmiş ülkelerde her 10 bin kişiye 55 hastane yatağı, 30 doktor düşerken, az gelişmiş ülkelerde sırasıyla her 10 bin kişiye 7 hastane yatağı ve 2,5 doktor düşüyor,
  • Dünyada birçok insan için temiz su bir lüks haline gelmiş durumda,
  • Okulların kapanması ve uzaktan eğitime geçilmesi ile beraber, insani gelişme endeksinde yüksek olan ülkelerde ilkokul çağındaki çocukların yüzde 20’si, insani gelişme endeksinde düşük olan ülkelerde ise yüzde 86’sı şu anda nitelikli bir eğitim alamamaktadır,
  • Eğitimle ilgili tahminlerin 1980’lerden beri görülmeyen seviyelere gerileyebileceği tahmin edilmektedir.

 

Pandeminin ilk dalgasının yaşandığı Mart ile Haziran ayları arasındaki dönemde yapılan bir çalışmaya göreyse, haftalık çalışma saati düşük olan işlerde çalışanlar ve evlerde işçi olarak çalışanlar pandemi nedeniyle işten ilk çıkarılanlardan oldular. Ve bu durum en çok kadınları etkiliyor.

Bu da bize salgının düşük gelir grubunda çalışanlar ile eğitim düzeyi düşük olanlar arasında daha yıkıcı etkilere neden olduğunu söylüyor. Bu grup çoğunlukla evden çalışma şansı bulamadığı için gelir kaybı yaşıyor ve sosyo-ekonomik eşitsizlik bu şekilde bir zincir gibi daha da derinleşiyor.

Dünya için ortaya konan veriler maalesef Türkiye için de büyük oranda geçerli. Dolayısıyla, salgın öncesinde sürekli dikkat çekmeye çalıştığımız sosyal ve ekonomik eşitsizlik, salgınla birlikte artarak devam ediyor.

TÜİK’in Eylül ayında açıkladığı 2019 yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre Türkiye tüm OECD üyeleri arasında Meksika ve Şili’den sonra gelir dağılımı en adaletsiz 3. ülke. Hane halkı kullanılabilir fert geliri hesaplamalarına göre en zengin yüzde 20, en yoksul yüzde 20’nin 7.5 katı gelire sahip.

Yine 2019 yılının TÜİK verilerine göre Türkiye’deki her 4 kişiden 1’i “maddi yoksunluk” içinde yaşıyor, her 3 çocuktan biriyse maddi yoksunluk içinde büyüyor.

Söz konusu ekonomik ve toplumsal eşitsizlikte cinsiyet ve eğitim durumu keskin bir ayrışmaya neden olmaktadır. 2019 yılı verilerine göre okuryazar olmayanların aylık ortalama geliri bin 177 TL iken; yükseköğretim mezunlarının aylık ortalama geliri 4 bin 324 TL’dir. Aynı minvalde, yükseköğretim mezunu erkekler aylık 4 bin 820 TL kazanabilirken, yükseköğretim mezunu kadınlar 3 bin 519 TL aylık ortalama gelir elde etmektedir. Bu veriler lise ve altı eğitimli erkeklerde aylık 2 bin 429 TL iken, kadınlarda bin 452 TL’dir.

Gelirin harcamalara göre dağılımına baktığımızda, hem bölgeler arasında hem de bölgelerin kendi içinde en zengin ve en fakir kesimler arasında derin bir eşitsizlik gözümüze çarpıyor. Örneğin gelir eşitsizliğinin en yoğun biçimde yaşandığı İstanbul’da en yoksul yüzde 20’lik kesim eğitime bütçesinin ancak yüzde 1’ini ayabilirken, en zengin yüzde 20’lik kesim bütçesinin yüzde 6,3’ünü eğitime ayırıyor. En fakir ve en zengin yüzde 20’nin sahip olduğu bütçeler arasındaki devasa farkı hesaba katarsak bu uçurum çok daha endişe verici bir hâl alıyor. Gelir eşitsizliği katsayısı en yüksek iller kategorisinde Şanlıurfa ve Diyarbakır, İstanbul’u takip ediyor.

Bu veriler üzerinden bir tablo çizmeye çalışırken vurgulamamız gereken bir nokta da şu ki, bu veriler COVID-19 pandemisinin hızla yayıldığı 2020 yılından önceki verileri içermektedir. Yine TÜİK’in önümüze koyduğu tablo toplumdaki eşitsizliği gözler önüne sererken 2020 yılı verilerinin salgın nedeniyle daha da olumsuz bir tablo ortaya koyacağını düşünmek yanlış olmaz. Öte yandan yukarıda aktardığımız çalışmaların 2020 sonuna ilişkin projeksiyonları daha karamsar bir tablo çizmektedir.

Peki, giderek derinleşen bu eşitsizlikle mücadele etmek için ne yapılmalıdır?

Dünyaca ünlü ekonomist Joseph Stiglitz’e göre hem küresel hem de ulusal ölçekte “ekonominin kurallarını yeni baştan yazmak” gerekiyor. Stiglitz’in toplumsal ve ekonomik manada yaşadığımız bu derin bölünmeyi alt etmek için öne sürdüğü reçete; para politikalarının sadece enflasyona odaklanan politikalar yerine tüm grupların tam istihdamına odaklanan politikalara dönüşmesini öneriyor. Ayrıca kurumsal düzenlemelerin sadece hissedarları değil tüm paydaşların önemini vurgulayan bir yapıya kavuşmasını, küreselleşmenin yönetiminin de yalnızca şirketlere hizmet etmek yerine işçi ve çevreyi önceleyen ve koruyan bir düzene evrilmesini talep ediyor. İşçilere dair yasal mevzuatın, çalışanları daha fazla koruyan bir mekanizmaya sahip olmasını öneriyor. Kuşkusuz, tüm bu düzenlemeler tek başına eşitliği sağlamada yeterli olmayacak, zira piyasada gelir dağılımı eşitliği sağlamak kadar bu gelirin nasıl yeniden dağıtılacağı da büyük bir öneme sahip. Nitekim son 100 yılda ekonomi politikaları açısından en çok tartışılan mesele servetin yeniden dağıtımı olmuştur. Düşük gelire sahip bireylerin daha fazla, yüksek gelire sahip olanların daha az vergi ödediği çarpık ekonomik düzenin iyileştirilmesinin yanı sıra sosyal devlet ve sosyal adalete dayalı eşitlikçi ve hakkaniyetli bir ekonomik sistem için verilen mücadele bu tartışmanın merkezindedir.

Yukarıda anlattığımız bu eşitsizlik tablosu ne yazık ki ülkemizde tamiri zor, ağır yaralar açmaktadır. Hâlihazırda en önemli sorunlarının başında ekonomik ve toplumsal eşitsizlik gelen ülkemizde, hükümetin salgınla mücadeledeki beceriksizliği söz konusu eşitsizliğin derinleşmesine yol açmakta, yürütülen politikalar toplumun en yoksul ve dezavantajlı kesimlerinin kaybını artırmaktadır. Salgına karşı açıklanan destek paketlerinde çalışandan çok işverenin öncelendiği, vatandaşların 1170 TL gibi çok düşük gelirlerle aylık masraflarını karşılamak zorunda bırakıldığı, banka kredi faizlerinin düşürülerek vatandaşın daha da borçlanmaya sevk edildiği bir anlayışla salgınla daha da derinleşen toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri alt etmek mümkün değildir. Türkiye’nin ihtiyacı; halkı önceleyen bir anlayışla sosyal devleti ve sosyal adaleti tesis etmektir. Ve bu ihtiyaç, içinde bulunduğumuz bu vahim küresel afetle birlikte daha da belirginleşmiştir.

Şimdiye kadar Yorum yok.

Aşağıda Yorum bırakmak için ilk siz olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir