Siyasal Paradigmalar
Prof. Dr. Ahmet ÖZER Buna rağmen neden hep bir yol varmış gibi davranılır ve bunda ısrar edilir bilinmez. Peki bu yollar nedir? Biri kılıçla/yani silahla... Dünyayı Fethetmenin İki Yolu
Gönderiyi Paylaşın

Prof. Dr. Ahmet Özer
Toros Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi

 

Her Zaman Dünyayı Fethetmenin İki Yolu Vardır.

Buna rağmen neden hep bir yol varmış gibi davranılır ve bunda ısrar edilir bilinmez. Peki bu yollar nedir? Biri kılıçla/yani silahla öbürü bilimle/yani kalemle, akılla olan fetihtir. Kılıcın keskin ucu kısa sürede körelir, paslanır, zorla aldığı topraklar zorla yapıştırılmış bir kaya parçası gibi dağılır gider. Ama bilimin ışığı öyle mi, o gökte bir güneş gibi hep parıldar ve aydınlatmaya devam eder. Manidar olan da bunun görülmemesidir.

Bu nedenle olsa gerektir ki kılıçla zapt edilen nice kaleden, ülkeden bugün eser yoktur. Gene kılıçla zapt edilen nice imparatorluklar sert bir kayaya çarpan bir cam parçası gibi dağılıp gitmiştir. Ama bilimin ışığı hala hükmünü sürdürmektedir.

Peki, bu neyi ifade eder?  Bunlardan biri gücü, insanoğlunun yüzyıllardır peşinden koşmaktan ötürü yorulmadığı, bıkmadığı gücü, öbürü ise aklı, hiçbir zaman yeterince kullanılmayan ihtiyaç olduğunda gereği gibi istifade edilmeyen aklı simgeler. Güç geçici ama akıl kalıcıdır.  Bu nedenle olacak ki ufak boylu ama keskin kılıçlı dahi kumandan Napolyon “kılıçla fethedebilirsin ama üstünde oturamazsın” demiştir. O bile, kılıcıyla kendini var eden o küçük dev adam bile aslında hikmetin kılıçta değil kalemde olduğunu vurgulamadan edememiştir.

Ama bugün hala geçmişten ders almadan zorla ve zorun gücüyle kılıç üstünde oturmaya çalışanlar vardır. Kenarından kan damlarken oturdukları tahtlardan onlar hala serin bir iskemlenin tadını çıkarıyor gibi davranırlar. Bunu onların iki yüzlülüğüne mi yoksa pişkinliklerine mi vermeli, ya da akılsızlıklarına mı. Değil mi ki insanlığı kana bulayanların çoğu et kafalı diktatörlerdir. Ne yapılırsa yapılsın ne kadar zaman geçerse geçsin bu soru hiç eskimeyecektir: kılıç mı, kalem mi? Ve kalemin hikmetinden dem vurulacak ama hep kılıcın dediği yapılacaktır. Ta ki insanoğlu bu gidişin kendi sonu olduğunu anlayıncaya kadar.

Aşağıda anlatılan ve dönemlerinin iki büyük hükümdarı ile iki büyük filozofu arasında geçenler bugün açısından da çıkarılması gereken derslerle yüklüdür. Bu aynı zamanda dünyayı fethetmenin iki yolu ve bu iki yolun akıbetlerinin de hikâyesidir.

M.Ö. 428 yılında doğmuş olan ve asıl adı Aristokles olan ünlü filozof Platon, gençliğinde yaman bir güreşçi olduğu için, geniş omuzlarını vurgulayan Platon takma ismiyle anılmış. Yaşamı romanlara konu olacak tam bir serüvendir bu gençliğinde Platon, orta yaşında, Aristokles, olgunluk çağında Arapların deyimi ile Eflatun, eflatun-i Cihan olan adam.

Platon, hocası Sokrates dinsizlikle suçlanıp ölüme mahkûm edilince ve hapiste öğrencilerinin gözleri önünde kendi elleriyle baldıran zehiri içerek yaşamına son verince, bu tablo karşısında kahreden öğrencisi Platon Atina’yı terk etmek zorunda kalır. Atina dışındaki meşakkatli yaşamı tam 12 yıl sürer Platon’un; Mısır’a oradan da İtalya kıyılarına kadar bu maceralı kendi sürgünü olan yılları sürer.

Köle Pazarında Bir Bilge ve ..

Sirakuza’nın o yıllardaki hükümdarı Diyonisyos edebiyata düşkün zalim bir kraldır. Aynı zamanda Diyonısyos’un kayınbiraderi olan Platon’un dostu Dion onu karlın da onayıyla Sırakuza’ya davet eder. Platon davete icabet ederek Sirakuza’ya gelir.

Ancak kralla olan sohbetlerinde bazen sözleri birbirine hoş gelmez bu akla inanan bilge kişi ile kılıcın gücüne inanan kişinin. Bu tartışmalardan birinde Kral Platonu azarlayarak söyledikleri için “Bunlar bir bunağın sözleridir” deyince, Platon karşısındaki Kral da olsa sözünü esirgemez, ona “Senin söylediklerinde de bir zalimin sevinci vardır” deyince Kral küplere biner, ünlü filozofu aforoz eder ve köle pazarında satması için bir gemi kaptanına teslim eder. Ardından ekler “Onun için kaygılanma öyle bir filozoftur ki olan biteni fark etmeyecekti bile”.

Platon kaptan tarafından götürüldüğü Agina meydanında bir köle olarak haraç mezat satılırken bir dostu tarafından fark edilir. Zengin dostu Girneli Annikeris bilgeyi tanıyıp ucuza satın alır. Sonradan Atina’da bir okul açması için yanına yüklüce para verip azat eder. Platon bu parayla Atina’nın Hekademos ya da Akademios korusunda 80 dönümlük bir arazi satın alır ve bugün Akademi olarak anılan ünlü okulunu açar.[1]

Platon, okula dönüştürdüğü bu çam ağaçlarının ve çınarların gölgesinde yeşil çimenlerde öğrencileri ile gah gezinerek, gah oturarak yapmış olduğu sohbetlerde ideal bir devletin nasıl kurulacağına kafa yorar. Filozof bu yeşil koruda ideal bir devletin izini sürerken Sirakuza’dan ikinci bir davet alır.

Polotanik Kalmış Bir Devlet Fikri

Artık zalim kral Diyonisyos ölmüş, oğul Diyonisyos tahta geçmiştir. Bu kez Dion Platonun devletle ilgili felsefesini ve yönetim modelini Sirakuza’da uygulamak için onun hemen gelmesini ister, “Devlet” ile ilgili fikirlerini uygulamak için davete icabet eden Platon ikinci kez Sırakuza’ya gider. Ancak Sirakuza’ya gelince onun rüşvet, kayırmacılık, irtikap ve entrikayla çürümüş olduğunu görür, fikirlerini uygulayabileceği bir ortam kalmamıştır artık. Her şey çürümüş, her şey bozulmuştur.

Platon uygulamaya geçirilmemiş fikirlerin filozofu olarak 81 yaşında ölür. Bugün daha çok karşılıksız aşkları için kullanılan Platonik sözcüğü de bu nedenle türetilmiştir. Uygulamaya geçirilmemiş fikirleri betimlemek için.

Ancak unutmamak gerekir ki Sirakuza’dan sonra binlerce devlet kurulup yıkıldı, yüz binlerce Diyonısyos gibi zalim hükümdar gelip geçti dünyadan. Ama hiçbirinin hükmü kalmadı. Ama Platon’un düşüncelerinin hükmü hala sürmektedir.

Bu da bilimin ve felsefenin gücünün, kralların ve hükümdarların gücünden daha fazla ve daha kalıcı olduğunun bir kanıtı değil mi? Onun öğrencileri de onun açtığı yolda ilerlemeye devam ederler.

Peripatesyenler ve Bilgi İmparatorluğu

Platon’un öğrencisi Aristo Atina’nın Jimnasyomlarında gezinerek ders anlatmayı pek severdi. Bu nedenle ona ve öğrencilerine “gezinenler” anlamına gelen “Peripatesyenler” deniliyordu. Çok faydalı olan bu gezintilerden sonra Aristo’nun öğrencileri kendi işlerine döner; kimi bitki toplar, kimi hayvanları inceler, kimi kum üstünde yuvarlak üçgenler çizerek geometri çalışır, bazıları da etrafına topladıkları kağıt tomarlarına notlar tutardı.

Öğrencileri hocalarına yardım ediyordu. Aristo devlet hakkındaki kitabını yazmak için 158 Yunan devletinin düzenini incelemek zorunda kalmıştı. Yazdığı kitapların sayısı 100’i aşmış olan bu büyük feylesofa bütün bunları yaparken öğrencileri hep yardım etmiştir.

Deyim yerindeyse Aristo bilim komutanı, öğrencileri de askerleri idi. Komutan askerlerine bilim adamlarının dünya hakkındaki gözlemlerini ve bunlardan çıkardıkları sonuçları bir araya getirme emri vermişti. O da bütün bunlardan kendine göre sonuçlar çıkarıyordu. Bütün bu bilgileri bir araya getirerek adeta bir BİLGİ İMPARATORLUĞU” kurmuştu. İmparatorluğun eyaletleri matematik, fizik, biyoloji, sosyoloji, bitkiler tarihi, hayvanlar tarihi, bilimler tarihi, ahlak, politikadan oluşuyordu. Her bir bilim eyaletinin başında bir başarılı öğrencisi bulunuyordu.

Öğrencileri her gün okulda toplanıyorlardı. Aristo onlarla konuşurken belki de yetiştirdiği en birinci ve başarılı öğrencisini çoğu zaman üzülerek hatırlıyordu. Bu öğrencisi bilim adamının barış silahını, askerin keskin kılıcıyla değiştiren İskender di, namı diğer Büyük İskender ya da İskender-i Zülkurneyn.

Filozof ve İmparator

Makedonya kralı kör Filip “Oğlum İskender senin zamanında doğduğu için tanrılara şükrediyorum” diye kendisine mektup yazdığı zaman Aristo daha gençti. Filip, Aristo’ya “senin eğitiminden geçtikten sonra oğlum tahtımın gerçek varisi haline gelecektir” diye yazıyordu. Ve Filip Aristo’ya ancak 10 arabayla çekilebilen altın gönderdi. Aristo bu parayla çok kıymetli el yazmaları aldı hem kendisinin hem öğrencilerinin hem de bilim ve felsefenin gelişimine paha biçilmez katkılar yaptı.

En parlak öğrencisi İskender neden sonra zaman gelip çattığında Bilim yerine Fetih yolunu yani kılıcı seçmişti. Zamanın ruhu onu elinde kılıçla ruy-i zeminde at koşturmaya, fetihler, işgaller yapmaya çağırıyordu. Peki, İskender’i fetihlere, doğunun gizemli, tehlikeli, uçsuz-bucaksız topraklarına sürükleyen neydi?  Umut. Evet umuttu. Güçle, kılıçla fethetme umudu.

Sefer öncesinde bütün altınlarını, kölelerini, çiftliklerini dostlarına dağıtan İskender’e, “Sana ne kaldı “diye sorduklarında “Umut “diye cevaplardı. Doğudan daha zengin dönme umudu. Doğunun sarayları, altınları, çift başlı kartalları idi onu çağıran. Kısacası güçtü, kılıcın gücüydü İskender ve beraberindekileri çeken. Yoksullar zengin olmak için, zenginler biraz daha zengin olmak, köleler azad olmak için, kimi savaşçılar da biraz daha nam için, şan için gidiyorlardı İskender’in gidişi olan ama dönüşü olmayan seferine.

İskender’in amacı ise yeryüzünü tek başına fethetmekti. Kılıcın gücünü, kılıcın kaleme galebe çaldığını göstermekti. Ama bir şeyi tam olarak bilmiyordu. Yer yüzünün ne kadar büyük olduğunu. Yeryüzünün ne kadar büyük olduğunu bilseydi bunun ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu anlardı.

Sonunda Hindistan’da üstlerine yağmur gibi ok yağmış, fillerin ağır ayakları altında binlercesi yok olup gitmişti. Ve umut, evet umut onları aldatmıştı. Kılıcın gücü ne kadar güçlü olursa olsun ne denli güçsüzlüğü içinde taşıdığını göstermişti onlara canları pahasına. Neden sonra aç, perişan ve umutsuzdular, geri dönmek istiyorlardı.

Kalemin Zaferi

Ve İskender dünyayı fethedemedi. İtalya’dan Hindistan’a fethettiği uçsuz bucaksız toprak parçası da kendisinden sonra bir taş yığını gibi dağılıp gitti. Ancak İskender’in yanında götürdüğü bilimciler daha mutlu ve umutlu ve daha bilgili döndüler. Gördüklerini, araştırdıklarını arkadaşlarına anlattılar, yazdılar.

Teofrast “Bitkilerin Tarihi”ni bu seferden sonra yazdı. Yeni ağaçlar, yeni bitkiler, yeni meyveler keşfetti.Bu gün hala üzerinden iki bin beş yüz yıl geçmesine rağmen onun çalışmalarından yaralanılıyor.

İskender birçok kez yanında götürdüğü bilimcilere imrenmişti.

Hatta Asya seferine çıkmadan Korint’te çağdaşı ve arkadaşı Diyojen’i ziyaret etmişti. Diyojen misafirini eve kabul etmemişti. Çünkü evi yoktu. Bir fıçıda yaşıyordu. Böyle olduğu halde hükümdarlardan daha mutlu yaşadığını söylerdi. Hiçbir şey karşısında boyun eğmemişti. İskender’in ziyareti ile iki mağrur yüz yüze geldiğinde bir tarafta cihangir İskender, öte tarafta fıçısından başka bir şeyi olmayan Diyojen duruyordu.

İskender, güneşli bir günde fıçının önünde durup, Diyojen’e “Dile benden ne dilersen” dediğinde, Diyojen “gölge etme başka ihsan istemem senden” demişti. Ve İskender ayrılırken “Ben İskender olmasaydım Diyojen olmak isterdim “demiştir.

Dünyanın fatihi seferlerin tozları ve yangınların dumanlarıyla milyonlarca insanın güneşini gölgelemişti. Sonunda dumanlar dağılmış, tozlar yatışmış fetihler çökmüştü. Ama bilim ve bilgi yaşamaya ve ilerlemeye devam ediyordu. Kalem yani akıl gücü yanı kılıcı yenmişti…

KAYNAKÇA:

[1]Bilindiği gibi Akademi kavramı Antik Yunan filozofu Platon’un okuludur. Milattan önce 387 yılında Akademia adıyla bilinen Atina’nın biraz dışında, Atina’nın eski savaş kahramanlarından birinin adını taşıyan arkadaşının verdiği parayla aldığı Heros Akademios’un bahçesinde kurulmuş olduğu için bu adı almıştır. Bu okul bütün dünya üniversitelerinin ilk kuramsal ve kurumsal temelidir. (İlin ve Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu, 239 – 144).

Şimdiye kadar Yorum yok.

Aşağıda Yorum bırakmak için ilk siz olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir