Siyasal Paradigmalar
Doç. Dr. Burak Cop Birleşmiş Milletler (BM) devletlerin güç kullanımını yasaklar. Bu yasağın iki istisnası vardır: Meşru müdafaa ve uluslararası barış ve güvenliğin temini için... Rusya’nın Ukrayna Saldırısı ve Uluslararası Hukuk
Gönderiyi Paylaşın

Doç. Dr. Burak Cop
Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

 

Birleşmiş Milletler (BM) devletlerin güç kullanımını yasaklar. Bu yasağın iki istisnası vardır: Meşru müdafaa ve uluslararası barış ve güvenliğin temini için BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) onayıyla kolektif güç kullanımı.

Uluslararası hukukun ulusal hukuk düzenlerinden farkı, kuralları dayatacak merkezi bir otoritenin yokluğu ve kuralları ihlal edenlere karşı yaptırım mekanizmalarının sınırlı olması. Bu durum güç kullanımı için de geçerli. 1945 sonrası dünya yukarıdaki iki istisna halinin dışında kalan pek çok savaşa sahne oldu; Arap-İsrail, Hindistan-Pakistan, İran-Irak savaşları gibi.

Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgali, hükümetin daveti üzerine gelse de Afganistan’da işgal gücü olarak bulunup kanlı bir savaşın baş aktörü olması, ABD’nin sonuncusu 2003’te Irak’a karşı gerçekleşen pek çok emperyalist müdahalesi, Vietnam’da yürüttüğü yıkıcı savaş, arada Kamboçya’yı da bombalaması, İsrail’in Lübnan’ı işgali; hukukun ayaklar altına alındığı örneklerden bazılarını teşkil etti.

Tüm bu olaylarda uluslararası hukukun yalnızca güç kullanımına ilişkin kuralları değil, başta sivillerin sakınılması olmak üzere silahlı çatışmada gözetilmesi gereken kuralları içeren insancıl hukuk da sayısız kez ihlal edildi.

Ayrıca bir güç kullanımı vakasının hukuka uygun olması ortada yine de ciddi problemler olabileceği gerçeğini değiştirmez. Kore’de yürütülen savaş, oraya gönderilen çok-uluslu gücün BMGK kararıyla oluşturulması bakımından hukuka uygundu, ancak mesele günün sonunda Kore’nin iki süper güç arasındaki mücadelenin arenası olmasıydı ve bedelini en çok Kore halkının ödediği bu üç yıllık kanlı savaş başladığı yerde (38. paralelde) sona erdi. 1982’de İngiltere’ye binlerce kilometre uzakta olduğu halde resmi olarak bu ülkeye ait olan Falklands adaları Arjantin tarafından işgal edilince, İngiliz ordusunun buraları savaşarak geri alması hukuken bir meşru müdafaa örneğiydi. Ancak siyaseten bir zafere çok ihtiyaç duyan Thatcher hükümetinin diplomasi yerine güce başvurması (Arjantin’de bu çılgınlığa girişen askeri rejim uzun ömürlü olmayacaktı) bir açıdan da lüzumsuzdu. 1991’de BMGK kararıyla Kuveyt’teki Irak işgaline karşı çok-uluslu koalisyon güçlerinin başlattığı operasyon hedefine ulaştıktan sonra bile, Kuveyt’ten kaçmakta olan (aralarında sivillerin de olduğu) Irak güçlerinin sonradan “Ölüm Otoyolu” diye adlandırılacak yol boyunca bombalanıp bine yakın insanın öldürülmesi hem bir orantısız güç kullanımı örneğiydi hem de savaş dışı askerlerin öldürülmesini yasaklayan Cenevre Sözleşmelerinin ortak üçüncü maddesinin ihlaliydi.

Güç kullanma ve güç tehdidi yasağı

BM Sözleşmesi’nin 2. maddesi devletlerin uluslararası ilişkilerde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne, siyasal bağımsızlığına karşı veya BM amaçlarıyla uyumsuz başka bir şekilde güç kullanmasını ve güç tehdidinde bulunmasını yasaklar. Öte yandan bu kadar açık bir maddenin bile gri alanları vardır. Hukukçu Christine Gray, maddede geçen uluslararası sözcüğünün kapsamına dair yorum farklarına işaret etmektedir. Söz gelimi Batı ülkeleri Kore ve Vietnam savaşlarını devletler arasındaki (dolayısıyla uluslararası) çatışmalar olarak görürken sosyalist devletler bunları üniter devletlerin sömürgeci müdahaleye karşı mücadelesi olarak yorumluyordu.

Güç kullanımı veya tehdidinin anlamına dair de farklı yaklaşımlar mevcut. Gray, gelişmiş ülkelerin güç kavramını salt silahlı güç olarak yorumladığına, gelişmekte olan ülkelerin ise ekonomik cebir (baskı/zorlama) tedbirlerini de güç kullanımı olarak tanımladığına işaret eder. Ne var ki Uluslararası Adalet Divanı’nın meşhur Nikaragua kararı (1986), Nikaragua’daki sosyalist rejime karşı isyan eden sağcı milisleri desteklemesinden ötürü ABD’yi mahkûm etmekle birlikte ABD’nin bu ülkeye yönelik ekonomik yaptırımlarının, yapılageliş hukukundaki (örf) “başka devletlerin içişlerine müdahale etmeme” kuralının kapsamı dışında kaldığına hükmetti.

Yeri gelmişken, Rusya’nın Ukrayna’yı istilaya girişmesi uluslararası hukukun salt güç kullanımına dair yazılı kurallarını değil, başka ülkelerin içişlerine müdahale etmeme örfünün de ihlali niteliğinde (uluslararası hukukta yazılı antlaşmalarla yazılı olmayan örf aynı değerdedir). Neticede bir devletin NATO’ya üye olmak istemesi onun egemenlik hakkı kapsamına girer. Pek çok devletin bugüne kadar söz konusu örfü ihlal etmiş olması Rusya’nın da komşu bir ülkeye, istediğini dayatabileceği arka bahçesi muamelesi yapmasını, hele ki topraklarını işgal edip şehirlerini harabeye çevirmesini haklı çıkarmaz.

Sık sık ihlal ediliyor olmaları ve ihlal edenlerin de genelde hak ettikleri cezayı çekmemeleri, uluslararası hukukun temel kurallarının insanlığın ortak kazanımı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Yasağın istisnaları

Peki uluslararası hukuktaki güç kullanımı yasağının istisnaları neler? İki istisna bulunuyor; BM Sözleşmesi 51. maddede bahsedilen meşru müdafaa ile 7. bölümde düzenlenen, uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olduğu durumlarda BMGK’nın uygulayacağı zora dayalı tedbirler.

Saldırıya uğrayan devletler meşru müdafaa hakkını bireysel ya da kolektif olarak kullanabilirler. Halen Ukrayna ordusu işgalci güce karşı bu hakkı kullanıyor ve Batı ülkelerinden aldığı silah yardımı da savunmanın kolektif boyutunu oluşturuyor.

Bugüne dek bazı ülkeler giriştikleri askeri harekatların, önleyici saldırı olarak meşru müdafaa kapsamında olduğunu iddia ettiler. İsrail’in Haziran 1967’de Mısır’a saldırması buna örnekti. Gerçekten de bölgede tansiyon yükseliyor ve Arap devletleri İsrail’le savaşa hazırlanıyordu. İsrail saldıran olmasaydı muhtemelen saldırıya uğrayan olacaktı. Ancak düşmanını, beklenen saldırıyı yapamaz hale getirmekle yetinmeyip Mısır toprağı olan Sina yarımadasını, Suriye toprağı olan Golan tepelerini ve Ürdün’ün elindeki Doğu Kudüs ile Batı Şeria’yı da işgal etti.

Hukukçuların çoğu meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi için silahlı bir saldırının gerçekleşmesini zorunlu görmektedir. Saldırı beklentisine dayalı güç kullanımını meşru müdafaa kapsamında görenler azınlıktadır. Kaldı ki onlardan biri olan Rebeca Wallace’ın ortaya koyduğu koşullardan birini oluşturan, kullanılan gücün beklenen tehditle orantılı olması şartı İsrail’in 1967 saldırısında mevcut değildi.

ABD’nin Irak yalanları

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesi de güya bu ülkenin elinde bulunan ve ABD’yi tehdit eden kitle imha silahlarından kaynaklı bir eylemdi. Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiasının yalan olması bir yana, ABD’nin o dönemde “önleyici saldırı” olarak adlandırdığı ve saldırı beklentisine dayalı bir meşru müdafaa eylemi olarak sunduğu işgal uluslararası hukuka tamamen aykırıydı.

İki yıl önce 11 Eylül saldırıları olduğunda BMGK, 1368 ve 1373 sayılı kararlarıyla terörizmi kınayıp terörizme karşı meşru müdafaa hakkını vurgulayarak ABD ve müttefiklerinin Afganistan harekâtına dolaylı yoldan onay vermişti. 2003’te ise ABD Irak’a saldırmak için BMGK’dan onay çıkartamadı (beş daimî üyeden üçü buna karşı çıktı).

Irak’ın da Ukrayna’nın da işgali gayrimeşru

ABD’nin 2003’teki Irak işgaliyle Rusya’nın 2022’deki Ukrayna işgali hukuken aynı derecede gayrimeşrudur. ABD’nin farkı başarıya ulaşmasıdır. ABD üç hafta içinde Irak ordusunu yenilgiye uğratıp savaştan sonra (zamanla İran’la yakınlaşacak olsa da) kendisine dost bir rejim kurdu. Rusya ise halen askeri zafer kazanabilmiş değil ve Putin’in savaşın başında Ukrayna ordusuna darbe çağrısında bulunması (dolayısıyla kendine dost bir rejim kurdurma çabası) karşılık bulmadı.

Rusya’nın, Ukrayna’nın NATO’ya girmesi halinde güvenliğinin tehdit altına gireceği gerekçesi, ABD’nin 2003’teki “Irak’ın kitle imha silahları” gerekçesinden bile daha çürük. Irak’ın gerçekten kitle imha silahları olsaydı, bunları ABD’ye karşı kullanması teorik (daha doğrusu fantastik) bir ihtimal olarak söz konusu olabilirdi. Baltık ülkeleri (ve Kaliningrad eksklavı ile komşuluğunu hesaba katarsak Polonya da) uzun yıllardır hem Rusya’nın komşusu hem de NATO üyesi. Bu ülkelerden Rusya’ya askeri bir tehdit gelmesi söz konusu bile olamaz. NATO üyesi bir Ukrayna’dan da Rusya’ya saldırı gelmesi düşünülemez.

Rusya’nın çevrelenmiş olması saldırıya uğrayabileceği anlamına gelmez, binlerce insanı öldürüp şehirleri yakıp yıkmak için gerekçe oluşturmaz. Belki günün birinde Moskova’da bambaşka bir “devlet aklı” hâkim olursa neden eski Varşova Paktı ülkelerinin ve pek çok eski Sovyet cumhuriyetinin Rus nüfuzundan kurtulmak için yana yakıla NATO’ya girmek istediğine dair muhasebe yürütülür, bazı temel politikalar gözden geçirilir.

Batı ile bütünleşme isteği

Elbette ABD etki alanını genişletmek, NATO da genişlemek ister. Ancak bu genişlemenin tek taraflı iradeyle olmadığı ve olamayacağı dikkate alınmalı. Eski Varşova Paktı ve Sovyet ülkelerinin ABD hizmetkarı siyasetçiler tarafından yönetildiğini söyleyerek işin içinden çıkmak mümkün değil zira bu ülke halkları Batı ile bütünleşmeyi arzu ediyor. Rusya’yı değil Batı’yı istiyorlar, bu kadar basit (doğudaki Rus azınlık hariç Ukrayna halkı için de bu söz konusu).

Rejimin nitelikleri ne olursa olsun ve halkının bir kısmı tarafından ne kadar gayrimeşru görülürse görülsün, en nihayetinde egemen bir devlet olan Suriye Arap Cumhuriyeti’nin 2011’den itibaren ABD, pek çok AB ülkesi, Körfez ülkeleri ve AKP yönetiminin İhvancı/cihatçı vekil güçlerinin saldırısına uğraması, ABD’nin 80’lerde Nikaragua’ya yaptığının aynısıydı. Bu saldırı büyük oranda püskürtüldü. Rusya, Suriye devletinin (bu devlet tarafından işlenen suçlar ayrı bir konudur) meşru müdafaasına destek vererek tarihin doğru tarafında yer aldı. Ukrayna’da ise Batı ile Rusya arasındaki roller değişmiştir.

Şimdiye kadar Yorum yok.

Aşağıda Yorum bırakmak için ilk siz olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir